Benim sinema tarihim ne zamandan başlıyor acaba? 1980’lerde video playerlarda izlediğimiz Kemal Sunal filmleri mi? Ya da daha ilkokula bile gitmediğim zamanlarda annem ve babamla birlikte sinemada izlediğim boksör filmi mi? Filmin Türkçe ismi “Şampiyon”du yine yanlış hatırlamıyorsam. Yaz tatillerini geçirdiğimiz işletmenin bir açık hava sineması vardı. Sinemada film izlerken en büyük şikayetim sivri sineklerin bizi bir türlü rahat bırakmamasıydı… Sivri sinekler beni çok meşgul etmiş olmalı ki orada ne filmler izlediğimizi bir istisna hariç hiç hatırlayamıyorum: Flashdance. O dönemin en ikonik filmlerinden biri sanırım. Filmin afişine şimdi bakınca gördüm ki 15 yaşından büyük izleyiciler için uyarısı var altında. Sanırım 7-8 yaşında bir çocuğun aklında kalan tek filmin bu olmasının sebebi bu olsa gerek. Gerçi ben filmden geriye sadece dansçı kızı hatırlıyorum. Çok çalışıp, yarışmalara hazırlanıyordu… 🙂
İlkokul yıllarında Ankara’da sinemaya gittiğimi pek hatırlamıyorum. Annem tiyatrodaki çocuk oyunlarına götürürdü beni. Bir de ilkokuldayken eğer sınıfta yüksek not alırsan, ya da ödüllü bir problem çözersen öğretmenin hediye ettiği sinema biletleri olurdu. Bunlar genelde çocuklara yönelik çizgi film gösterimleriydi. Kocaman dev bir ekranda, bir sürü başka çocuk ve anne-babaları ile birlikte çizgi film izlediğimi hatırlıyorum hayal meyal. Sanırım Ziraat Bankası’nın çocuklara yönelik bir etkinliğiydi bu ama çizgi filmler pek de iyi değildi aslında.
Bunların dışında televizyon biz çocuklar için tam bir eğlence kaynağıydı. Battlestar Galactica’nın yayınlandığı saatlerde sokakta çocuk kalmazdı. Buck Rogers, Wilma ve teneke Twiki. O zamanlar Neco’nun “Nerde hani”şarkısı çok popülerdi. Biz savaş yıldızı Galactica’nın çocukları olarak Neco’nun şarkısını ayrı bir forma sokmuş söylerdik: “Korkusuz Buck Rogers nerde hani? Teneke Twiki nerdee hani?, sarı saçlı Wilma nerde hani” 🙂
İlkokul birinci sınıftayken, bizim sınıfla yandaki sınıf arasında tenefüslerde yıldız savaşları olurdu. Çocuk aklımızla kollarımızı yana açıp, savaş uçağı olduğumuzu zanneder sonra okulun bahçesinde rakip sınıfın öğrencilerini yakalayıp onlara çarpmaya çalışırdık. Bu oyun ta ki bizim sınıftan biri diğer sınıftan bir çocuğu düşürüp, yaralanmasına neden olana kadar devam etti 🙂
Sonrasında Kara Şimşek’i hatırlıyorum. Siyah, konuşan, kendi kendini sürebilen, önünde kırmızı yanıp sönen kırmızı ışığı ile inanılmaz yetenekli araba Kitt ve onun karizmatik sürücüsü Michale Knight.
Sonra ilkokul bitti, biz biraz daha büyüdük ve hayatımızın romantizmi keşif dönemine girdik. İlk gördüğüm romantik film Dirty Dancingdi sanırım, eğer Top Gun’ı romantik film saymazsak tabi. Top Gun kadın milletini Tom Cruise ile tanıştırdığı için beni açımdan unutulması zor filmler arasında yer aldı. Ama o filmden aklımda kalan en bariz sahne sanırım, Tom Cruise’un it dalaşına girdiği MIG-29’un Sovyet pilotuna ters dalışa geçip hareket çektiği sahne. Ortaokul hazırlıktaki 11-12 yaşındaki çocuklar böyle şeylerden etkileniyormuş demek ki:)
Neyse Dirty Dancing’i izlemeye sinemaya babamla gittiğimizi hatırlıyorum. Henüz orta birdeydim ve filmde sevgilisi tarafından hamile bırakılıp kürtaj olan kadınlar, 16 yaşında tutkulu bir aşka tutulan kızlar falan var. Babamın filmden çıktıktan sonra bana evet kızım güzel bir filmdi ama senin için biraz erken değil mi böyle filmler gibi bir cümle kurduğunu hatırlıyorum. Sonrasında birlikte Kızılaydaki Ada müziğe gidip filmin soundtrack albümünün kasetini bile almıştık 🙂
Pretty Woman geldiğinde orta üçteydik. Bir gün bizim katın müdür yardımcısının sınıfa girip çocuklar aşı olacaksınız dediğinde hepimiz gayet sevindik. Çünkü aşı olmak demek sonrasında tatil var demekti. Aşı bitti ve biz sınıftan 15 kız kendimizi Pretty Woman filmini izlemek için Akün sinemasına attık. Ertesi günün de tatil olması ayrı bir güzellik tabi. Hepimizin filmden ağzımız kulaklarımızda çıktığımızı çok iyi hatırlıyorum…. Richard Gere o zamanlar olabilecek en yakışıklı adam gibi görünmüştü galiba gözümüze:)
Aynı döneme denk gelen bir başka aşk filmi Ghost’tu. Ama hüzünlü olduğu için sanırım aklımda onunla ilgili çok fazla şey kalmamış. şahsen aşk filminin hüzünlü olanını fazla sevmem ben.
French Kiss, Only You, You’ve Got Mail, My Best Friends Wedding, Meet Joe Black, Brigit Jones Diary… Üniversite yıllarımızın ya da hemen üniversiteyi bitirdiğimiz yıllara denk gelen filmler oldu. Meg Ryan’ın bir dönem romantik komedi filmlerine damgasını vurduğu kesin. French Kiss soundract albümündeki Louis Armstrong şarkıları ile beni cazla tanıştırdı ve daha sonrasında zaten feci bir soundtrack koleksiyoncusu haline geldim.
Peki yıllar içinde acaba film zevkim hiç değişmedi mi? Aşk filmlerinin yanına aksiyon filmleri eklendi, dekorları, kostümleri iyi olan saçma vurdulu kırdılı filmleri bile izler hale geldim. Örnek: 300 Spartalı 🙂 Braveheart, Gladiator ve Patriot da benim unutulmazlarım arasında ama tabi onları 300 Spartalıdan ayrı bir yere koyuyorum.
Avrupa sinemasının aşırı durağan filmlerine karşı hala alerjik reaksiyonlar gösteriyorum Ama Luc Besson’un Le Grand Bleu ve Leon’u defalarca sayredebileceğim filmler. Jean Jeunet’nin Amélie’si ve A very Long Engagement filmleri de akılda kalanlardan. Almadovar’ın All about my mother, Talk to her, Bad education filmleri, Guiseppe Tornatore’nin The Legend of 1900 ve Cinema Paradiso’su, Roberto Benigni’nin Tiger and Snow ve Life is Beautiful’u, Bertolucci’nin Dreamers’ı, Lars Von Trier’ın Dog Ville ve Breaking the Waves’i, Tarantino’nun Pulp Fiction’ı, Kill Bill serisi, Ang Lee’nin Crouching Tiger, Hidden Dragon’ı, Zhang Yimou’nun Hero’su, Danny Boyle’un Trainspotting’i….. Liste uzun kimbilir daha kimleri unuttum….
Liste uzun ama son yıllarda bu listeye çok fazla film ekleyemediğimi de itiraf etmek lazım. Hollywood iyi filmden çok iyi dizi yapma merakına düştü gibi geliyor bana. Avrupa ve Asya’dan da çok fazla iyi film çıkmıyor bu ara sanki. Bu durumda benim neden bu kadar dizi düşkünü olduğumu anlamak da çok zor olmuyor tabi. Yakışıklı adamlar, güzel kadınlar, merak uyandiran senaryolar, astronomik bütçelerle yapılan diziler bana iyi geliyor. Daha önce Gossip Girl ile ilgili olarak buna benzer şeyer yazmıştım zaten.
Bu dizileri izleyen ne kadar artarsa eleştiren de o kadar çok oluyor. Dün Ekşi sözlükte Fringe hakkında yazılanları okudum. Diziyi beğenenler olduğu gibi J. J. Abrams’a çatır çutur geçirenler de olmuş. Türk TV dizilerinin halini gördükten ve Türk TV kanallarında yayınlanan nerede ise hiçbir şeyi seyredemezken J.J. Abrams’a laf söylemek emeğe yazık etmek gibi geliyor bana.
Fringe bir nevi eski dedektiflik, polisiye dizileri gibi. Tabi daha sadece 2 bölümünü izlediğime göre tahminde bulunmak çok zor. İstedikleri kadar X-Files’a, Lost’a benzetsinler ben yaratıcılarının eline sağlık diyor ve 3. bölümünü indirmeye devam ediyorum 🙂