Sonunda hafta bitti. Cumartesi-Pazar’ı Abant’ta geçirdikten sonra Pazartesi sabah Oslo’ya uçtuk. Uçak havaalanına indiğinde bundan bir süre önce soğuk bir iklimde, yanaklarım soğuktan kızarana kadar sokaklarda dolaşmaktan bahsettiğimi hatırladım. Oslo kar altındaydı tıpkı benim hayal ettiğim gibi. İşin kötüsü aşırı koşuşturmadan dolayı fotoğraf makinemi Ankara’da unuttuğum için resim çekemedim. Ama gitmeden önce Oslo ile ilgili bilgi topladığım için aslında elimde buraya kolabileceğim bir sürü fotoğraf var. Hiçbirini ben çekmedim ve nerede ise tamamı şu adresten aldım. Elimde fotoğraf makinem olsa ben de aynılarını çekerdim 😛
Nüfusu 4 milyon 700 bin bir ülke. Kadınlar 82 erkekler 78 yıl yaşıyor ortalama. Kişi başına düşen gelirleri 60.191 Euro. Sınır komşuları Rusya, Finlandiya ve İsveç. Rusyayla ilişkileri diğer ülkelerden oldukça ayrışıyor. Ruslar Finlandiyayı işgal ederken Norveçlileri Alman işgalinden kurtarmışlar. O yüzden Rusları seviyorlar. Kadın erkek eşitliği konusunda UNDP istatistiklerine göre İzlanda’dan sonra dünyanın en eşitçil ikinci ülkesi.
Şehir tamamen karlar altındaydı. Öyle ki bassanız dizinize kadar kara gömülüyorsunuz. Uzun yıllardır bu kadar çok kar görmemiştim ve o yüzden galiba deliye döndüm mutluluktan. Yürüdükçe botlarımın altında ezilen kar sesi, gırç, gırç, gırç, gırç 🙂 Alabildiğine beyazlık ve karın verdiği yumuşaklık. Hani şehirle konuşası gelir ya insanın, sırf o yüzden gece otele gelip de herkes odasına çıktıktan sonra yeninde dışarı çıkıp otelin olduğu sokakta bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Bu şehirde yaşanır mı diye baktım. Yaşanır dedim. Hayat o kadar sakin herşey o kadar sade ki bizim gibi karmaşanın hakim olduğu ülkelerde yaşayan insanların o sakinliğe alışmaları elbetteki zaman alabilir. Bana çok iyi geldi gerçekten de kafam temizlendi, sanki filtreleri tıkanmıştı beynimin hepsi açıldı, yüzüm yeniden gülmeye başladı, Ankara’dan ayrılmadan önceki Cuma günü içime çöken karanlıktan eser kalmadı.
İlk geldiğimiz gün, programda bir şey olmadığı için şehir turu atma imkanımız oldu. Bu sayede, şehir merkezini, Aker Brygge, Opera Binası, Vigeland Park’ı görme şansımız oldu. Akşam Büyükelçilikte yemek vardı o yüzden daha resmi bir ortamda geçti, ertesi gün de zaten akşam Kopenhag uçağına binene kadar toplantı halindeydik. Bence bütün Oslo’da The Cardigans ve Kings of Convenience çalıyordu. Mutlu mutlu yürüdüm sokaklarda. Kar bizim grupta benden başka kimsenin pek de hoşuna gitmedi. Benim kardan niye bu kadar mutlu olduğumu da kimse anlamadı. Ama Oslo benim onu sevdiğimi anladı. Bence o da beni sevdi:)
Şehir zaten açık hava müzesi gibi. Çok sayıda heykel var sokaklarda, hepsi soyut heykeller, İskandinav yalınlığı her yerde göstermiş kendini. Öyle ki, toplantı yaptığımız salonlar, bize ikram ettikleri öğle yemeği herşey gerçekten çok mütevazi idi. Biz genelde yurtdışından misafirimiz geldiğinde ne yaparız? adamları öğle yemeğinde kebapçıya götürüp bir güzel çatlatana kadar et yedirir, üstüne künefe de yiyeceksin diye ısrar eder sonra da türk kahvesi içmeden bırakmayız.
Bu derece üst düzey olup da bana ikram edilen en mütevazi öğle yemeği idi sanırım. Üçgen kesilmiş tost ekmeklerinin üzerinde somon, rozbif ve karidesten oluşan menü ortaya servis tabaklarında getirildiler. Yanına da kahve, çay, kola, soda, su. 🙂
Sokaktaki insanlara bakınca insanın kendini iyi hissetmemesi mümkün değil. Deli gibi yakışiıklı birini gördüm dersem yalan olur ama genel ortalamaları eli yüzü düzgünlük açısından gerçekten feci yüksek. Kızlar deseniz gerçekten güzelller. İnce, uzun, sırım gibi insanlar bu Norveçliler.
Salı akşamı saat 18.00 uşçağı ile bu defa Oslo’dan Kopenhag’a geçtik. Kopenhag aynı 6 sene önce gördüğüm şehirdi. Bana hiç değişmiş gibi gelmedi. Yine bol rüzgarlı, yine bol bisikletli, kocaman taş binaları ile gördüğüm en vasat Avrupa şehirlerinden biriydi. O kısımla ilgili çok fazla anlatabileceğim bir şey yok gerçekten de. Sonuçta düzgün, yaşanabilir bir şehir ama ne ilk gittiğimde ne de ikinci gittiğimde Kopenhag’a karşı bir sıcaklık hissedemedim içimde. Belki başka sefere.