Fransa’ya tatile giden herkes genelde Paris’e gider. Oysa ki kabaca geometrideki beşgen şeklini andıran Fransa’nın Paris dışında gezilip görülecek öyle güzel bölgeleri var ki gezenin bir kere gördükten sonra aklının kalmamasına imkan ve ihtimal yok gerçekten.
Daha önceki yurtdışı seyahatlerimi adım adım bloğuma aktarma projemin Fransa ayağına Güney-Batı Fransa’dan başlamaya karar verdim. Paris hakkında yazılmış çok fazla seyahat yazısı olduğu düşünülünce, çok da fazla herkesin gezip göremediği bölgeleri yazmak benim açımdan keyifli, Paris dışında alternatif bir Fransa tatili yapmak isteyenler açısından da faydalı olur diye düşündüm.
Şimdi Fransa yazı dizisine başlamadan önce bir parça Fransa’yı tanımakta fayda var galiba. Kendilerine millet olarak kıl olsam da birey olarak sevdiğim insanlar bu Fransızlar. Yani Fransızlarla ilgili bir sohbet açıldığında burun kıvırmadığım olmamıştır cidden, ama tek tek düşününce bütün Fransız arkadaşlarımı da çok sevmişimdir. Çelişik bir durum işte.
Neyse efendim, Fransa üniter bir devlet olup, 26 idari bölgeye ayrılmıştır. Bu idari bölgelerin dördü Fransanın Avrupa Kıtası topraklarının dışında olup, 22 tanesi Avrupa kıtasındaki anakara üzerindedir. Paris’in üzerinde bulunduğu idari bölgenin ismi Île-de-France olarak geçer. Ama ben bundan sonraki iki yazıda sırasıyla Aquitaine ve Midi-Pyrénées denilen güney batı Fransayı hatırlayabildiğim kadarıyla eski notlarımın da yardımıyla derleyip toparlayarak anlatmaya çalışacağım.
Aquitaine- Dordogne, Perigord Notları
Monpazier
Bundan 12 sene önce meşhur seyahat defterime aynen bunları yazmışım:
“2 Ağustos 1997, Cumartesi, saat 12.10 Şu anda Paris’ten Belves’e doğru yola çıkmış bir trendeyim. Gece uçakla Paris’e inip sabah da kalkar kalkmaz ilk trenle Bordeaux’ya doğru yola çıktığımız için hala Fransa’da olduğumu algılayamadım. Sanki Türkjiye’de bir trene binmiş gidiyoruz. Tek fark sanırım yol epeyce yeşil olması. Tren hızlı bir tren değil. Bildiğimiz takada tukada tren. Monpazier’ye gidiyoruz. Bordeaux’ya 120, Bergerac’a 45 kilometre uzaklıkta bir kasaba.”
Monpazier Perigoerd yani Dordogne bölgesinde bir ortaçağ kasabası. 1284’te İngiliz Kralı I. Edward tarafından kurulmuş. Kasabanın tam merkezinde bir pazar yeri var. Sokaklar sanki cetvelle çizilmişçesine düzgün ve geçişler çok sayıda kemerle sağlanmış. 13. yüzyıldan kalma bir kasabayı bu kadar iyi koruyabildikleri için Fransızları gerçekten tebrik etmek lazım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ama bu daha benim gördüğüm ilk Güney Fransız kasabasıydı ve daha sonra gördüğüm masal gibi Fransız köyleri ve kasabalarının yanında soluk bile kaldı.
Monpazier’de toplam üç hafta geçirdik. Bu üç hafta boyunca eski bir çeşmenin restorasyon projesinde gönüllü olarak çalıştık. Gönüllü olarak çalışmak demek, işçi eldivenlerinizi, şortunuzu giyip, çimento, kum, ve daha hatırlayamadığım bir şeyleri daha karıştırıp harç yapmanız, harcı hazırladıktan sonra elinizde mala ile duvarları doğal taş görünümlerini kaybettirmeden sıvamanızdı. Yani resmen inşaat işçiliği. Tabi anlatırken süslemek için restorasyon çalışması da denebilir.
Grup kaç kişiydi hatırlamıyorum ama Polonyalı, Fransız, Belçikalı, Japon, Alman, Faslılardan oluştuğunu hatırlıyorum. Tabi ben birlikte yolculuk ettiğimiz liseden arkadaşım da Türk kontenjanını doldurduk çok da iyi vakit geçirdik.
17 Ağustos 1997’de kampta Türk gecesi düzenlemişiz. Tarkan çalıp milleti oynatmışız ve bakın menüde neler varmış, neler maydanozlu köfteler:
- Akdeniz salata
- İzmir Köfte
- Patlıcan salata
- mantar sote
- Mücver
- Zeytinyağlı Fasulye
- Fırında makarna
Bu yemeği tam 23 kişilik hazırlamışız! Şaka olmalı diyorum şu anda çünkü ben hayatımda bir daha hiç o kadar çok insan için yemek pişirmedim.
Kamp sırasında sık sık geziler düzenleyip civarda görmeye değer kasabaları gezme fırsatımız oldu. Aslında bölgenin her köşesi görülmeye gerçekten değer ve bu yüzden rotayı çizmek de oldukça zor aslında. Bizim alışkın olduğumuz deniz, kum, güneş tatilinden çok daha farklı tarzda tatil yapmak isteyenler için gerçekten ideal. Bir araba kiralayıp, butik otellerde kalıp, leziz şaraplar, peynirler ve ekmekler diyarında gezinmek cidden çok büyük bir keyif.
Sarlat
Bu geziler sırasında görüp de bayıldığım yerin Sarlat olduğunu çok iyi hatırlıyordum. Sarlat sanki gerçek değil de ortaçağda çekilen bir filmin çok özenle hazırlanmış dekorlarını andırıyor.
Fransanın bu bölgesi sadece ortaçağdan kalma çok iyi korunmuş kasabalarıyla değil aynı zamanda şatolarıyla da çok ünlü. Bu bölgenin merkez şehrinin Bordeaux olduğu göz önünde tutulursa aslında üzüm bağlarının aralarına serpiştirilmiş çok sayıda şato olmasına şaşırmak çok da doğru olmaz sanırım. Bu şatolarda şarap tadım ve alım turlarına katılıp da sarhoş olmak işten değil. Cabarnet Sauvignon, Merlot, St. Emilion, Medoc bu bölgenin şaraplarına o doygun tadı ve yıllandırılabilme özelliğini veren üzümler. Ben kendi adıma Cabarnet Sauvignon severim, ama erik kokusu baskın olan her şarabına bayılarak içerim. Yeter ki kurutulmuş erik konusunu alsın burnum.
Chateau de Biron
Gezdiğimiz şatolardan biri Monpazier’ye oldukça yakın olan Chateau de Birondu. 11. yüzyılda savunma amaçlı olarak yapılan bu şato 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine kadar aynı ailenin elinde kalmış. Kocaman bir mutfağı ve hatta işkence odası vardı içerde. Biron Şatosunun sahibi olan aile aynı zamanda Monpazier’yi de kuran aile imiş. Şatonun tepesine çıktığınızda terasından Monpazier rahatlıkla görülebiliyor.
Beynac
Başka bir rüya kasabası Beynac. Beynac’ı ilk gördüğümde Dordogne nehrinde tekne turu yapıyorduk. Görüntünün gerçek olduğuna insanın inanası gelmiyor.
Bu bölgede önemli olan bir başka turistik cazibe merkezi de mağaralar. Çok sayıda ünlü mağara arasında biz çok fazla bilinmeyen birini ziyaret edebildik. Aslında bu bölgede iki tip mağara var. Sarkıt ve dikitlerin olduğu gibi bir nevi coğrafi oluşum niteliği taşıyan mağaralar ve daha önce insanoğluna barınaklık görevi görmüş ve duvarlarında milattan binlerce yıl öncesine ait resimler bulunan mağaralar. Bu konudaki bilgim çok sınırlı olduğu için yaptığım tanım biraz tuhaf kaçmış olabilir. Bizim gezdiğimiz mağaranın adı Gouffre de Proumeyssac’dı.
Mağaradan aldığım broşür hala evde duruyor, bakınca gördüm ki adamlar her sene mağaranın keşfedildiği Ağustos ayında içeride konser düzenliyorlarmış. Önce kristal sarkıt ve dikitlerle kaplı bir mağarada müzik yapmak mağaranın doğal yapısına zarar vermez mi diye düşündüm. Sonra Fransızların böyle bir konuda kesin surette çok dikkatli olacakları geldi aklıma. Aslında yine de çok ikna olmadım ama bir bildikleri vardır herhalde.
Aslında bir de Chateau Bonaguil’i de bu sehayat sırasında gezmiştim ama bu şatoyu Midi Pyrénées yazısınada anlatmak daha doğru olur diye düşünüyorum işin açıkçası.
Bu kadar gezme tozmanın yanında kampta kaldığımız 3 hafta boyunca, 20 kişi koğuş gibi bir yerde yattık. Bir nevi askeri nizam yani. Uyku tulumlarının içersinde uyuduk. Japonların yanlarında getirdikleri origami kağıtlarıyla kağıttan ilk ve son tavus kuşumu yaptım. Yıkayıp dışarı astığımız çamaşırları çalan bir hırsızımız oldu. Bu hırsızın sadece g-stringleri çalması aramızda hem korku, hem eğlence konusu oldu.
Bizim kamp yaptığımız dönemde Monpazier’de tatile gelen bir aile bizi hem evlerine yemeğe çağırdı, hem de bu kadar çok yeri gezerken bir kısmımızı yanlarına alarak araç meselesinin çözülmesine yardımcı oldu. Bir kaç defa bize yakın kasabalardaki kamplarla bir araya gelip büyük partiler verdik. Hatta bu buluşmalardan birinde liseden bir arkadaşımızla karşılaşıp dünyanın küçüklüğüne inanamadık.
O günlerde tuttuğum notlardan ülkelerin temizlik anlayışları üzerine bir iki sayfa yazdığımı da gördüm. Anlaşılan o ki ilk yurtdışı çıkışımda yabancıları pek de temiz bulmamışım. Bol bol telefon kartı harcayıp o kartların hiçbirini atmayıp saklamışım, Kampta Tuğba’dan mektup bile almışım! Ne ara kampın adresini verdim ne ara o mektup yazıldı geldi ben de bilmiyorum.
Kampta her gün yemeği biri pişiriyordu. Yemek yapan temizlikten de sorumlu oluyor ve o gün inşaat sahasında çalışmaya gitmiyordu. En sonunda ananaslı makarnayı yediğimiz, ya da yiyemediğimiz gün isyan bayrağını çekip ertesi gün kasabadaki İtalyan Pizzacısında soluğu aldığımızı hatırlıyorum. Üstüne bir de kamp arkadaşlarımıza o pizzacıda yakalanınca ne kadar utandığımızı da unutamıyorum. Bir gün yemek yapma sırası geldiğinde bir kazan menemen pişirip millete parmakları ile birlikte yum yum seslerinin eşliğinde yedirdiğimi hele hiç unutamıyorum. Gözünü sevdiğimin menemeni. Olsa da yesek 🙂
Sangria denilen içilirken hiç hissedilmeyen ama adamın kafasına balyoz gibi inip ertesi sabah başını orta yerinden çatlatan şeyle ilk tanışıklığımız, ilk ve son defa bir gölde yüzüşüm, gece yarısı baget ekmeklerin arasına tablet çikolata koyup yemek gibi dahiyane bir fikiri uygulamaya geçirişim, foie gras denilen şeyin leziz şeyin kazları ya da ördekleri ufacık kafeslerde çatlatana, şeker hastası edene kadar besledikten ve karaciğerleri iyice yağlandıktan sonra keserek yapıldığını öğrenişim hep bu tarihlere denk geliyor.
Benim hatırımda kalanlar, yazdığım notlar bu kadarmış. Yani Fransa yazılarının birinci bölümü bitti. İlerleyen zamanlarda önce Midi-Pyrénées, sonra Alsace, sonra belki biraz Haute Savoie, ve en son da Paris yazacağım. Şimdilik bu kadar.