Herkes 29 Mart seçimlerini bekliyor. Seçimlerden sonra ülke ekonomisinin ne durumda olduğuna ilişkin acı gerçekler su yüzüne çıkacak gibi görünüyor. Eğer önlem alınmazsa 1 milyon 200 bin kişi seneye işsizler ordusuna eklenecekmiş. İşsiz insan ne yapar? Sıkıntıya düşer, depresyona girer, karakterinde suça yönelik eğilimler var ise suç işler, toplumda huzursuzluk yaygınlaşır. Sonunda toplumsal olarak depresyona gireriz. Zaten Türkiye’deki hayat manik depresif özellikler taşıyor. Her gün hop oturup hop kalkıyoruz. Televizyonlarda akşam haberlerini izlerken tek bir iyi habere rastlamak nerede ise mümkün olmuyor. Bunun arkasından oturup bütün akşamımızı hangi kutunun içinde 500.000 hangisinde 1 lira var diye Var mısın? Yok musun? seyrederek geçiriyoruz. Sanırım Türk milleti bütün geleceğini piyangodan çıkacak paraya bağladı. Birşeyler çok yanlış gidiyor ama bu gidişatı durdurmak da pek mümkün görünmüyor.
Ekonomilerin bu derece dar boğazda olduğu bir dönemde, dünya ticaretinden daha büyük pay almamızı doğrudan ya da dolaylı olarak sağlayacak sektörleri çok iyi tespit etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Sanayi her zaman önemli ancak hizmet sektörünün tüm dünyada ağırlığı artıyor.
Öte yandan katma değeri yüksek mal ihraç edebilmek için ithal ettiğimiz ara yatırım mallarının cari açığı artırdığı bir dönemde araştırma-geliştirme faaliyetlerinin ve bu bağlamda da fikri mülkiyet haklarının önemi artıyor. Fikri mülkiyet hakkı denince ilk aklıma gelen şeylerden biri yeni buluşlar, yeni teknolojiler, patent vs. oluyor aslında. İnovasyon, yenilik politikaları, teknoloji transferi bu dönemin moda kelimeleri. Bizim de Ar-Ge Kanunumuz var artık mesela! Yine de ne kadar teşvik verilse de sonuçta teknoloji üretmek pahalı bir şey. O yüzden Türkiye olarak kendimizi başka alanlara da kanalize etmemiz lazım sanırım.
Bunlardan biri moda, bir diğeri sinema, bir başkası ve en önemlisi sanırım turizm. Özellikle de Türkiye’nin Kyoto Protokolüne taraf olduğu şu günlerde bacasız sanayi olarak nitelenen turizm sektörünün önemi sanırım ortada. Biz hala deniz, güneş, kum satmaya devam edelim. Bu kadar tarihi zenginliğe sahip bir ülkede deniz, kum ve güneş satmaktan kolayı yok tabi.
Bugün, Referans Gazetesinde bir yazı vardı. Oscar alan Slumdog Millionaire’den sonra Hindistan’ın yıldızı tekstil sektöründe de parlamaya devam ediyor anlaşılan demiş yazı da. 22 Martta moda dünyasının öncüleri Yeni Delhi’de bir defile düzenlemişler. Bunda 1 milyarı aşkın nüfusuyla Hindistan’ın sunduğu pazar potansiyelinin büyük etkisi var tabi. Kişi başına düşen geliri 2800 ABD Doları olan Hindistan belki şu an için lüks tüketim maddelerinin bolca alıcı olduğu bir pazar değil belki ancak ülkede zenginleşen bir kesim olduğu da göze çarpan bir başka gerçek. Yine Referans Gazetesindeki habere göre Hindistan’ın sadece tüketici olarak değil ama üretici olarak da tekstil sektöründe inanılmaz bir yükseliş içerisinde olduğu söyleniyor.
Nüfusunun sadece %60’ı okuma yazma bilen elin Hindistanı almış yürürken hala marka yaratamamış bir tekstil ülkesi konumundayız. Ünlü Türk modacılar tabi ki var. Dice Kayek, Bahar Korçan, Atıl Kutoğlu, Dilek Hanif, Cemil İpekçi, ne bileyim işte ilk aklıma gelenler bunlar. Ancak bu isimler, bizden çok sonra tekstil işine giren Çinlilerin, Hintlilerin dünya modasında bundan 10 sene sonra bizden daha çok ses getireceklerine ilişkin korkumu yenmeme engel değiller.
Slumdog meselesine gelince. Adamların ülkedeki sefaleti film yapıp bunu Hindistan’ın tanıtımında bu derece iyi kullanılması bize ders olmalı. İlk Nobel ödüllü edebiyatçısının burnundan fitil fitil getirmiş bir ülke olarak biz ilerde Türkiye konusunda bir film yapılsa ve bu film Oscar alsa kesin Türkiye’de gösterimini yasaklarız 🙂
Bugün kızgın bir günümdeyim galiba. Konu bu değildi aslında yazmaya başlarken ama kendimi yine böyle bir yerde buldum.