Londra’dan döndüm. İşin ilk iki günü bitti bile, dudağımın kenarında kocaman bir uçuk çıktı ve ben bir an önce Londra’yı yazmak için çok sabırsızlanıyorum. Sebebine gelince aslında bu yazı bundan 5 sene önce yazılması gereken bir yazıydı. O zamanlar benim bir bloğum yoktu ama seyahat defterlerim vardı. Ne var ki o zamanlar ben sadece yemek bloglarını okur ve nedense benim de bir blog sahibi olabileceğim aklıma gelmezdi.
Londra’dan bundan kısa bir süre önce yazdığım Paris mi Londra mı yazısında bahsetmiştim. Dolayısıyla zaten bu blogu okuyan ya da beni tanıyan herkes benim tam bir London lover olduğumu biliyor. Dolayısıyla önceden uyarıyorum bu tamamen subjektif bir Londra yazısıdır ve tamamen Londra’da benim yapmayı sevdiğim şeyler üzerine kuruludur. Gecikmiş de olsa işte benim Londram:
5 Mart 2010 Cuma, sonunda beklenen an geldi ve ben kendimi İstanbul- Londra uçağına attım Pebbles’la birlikte. En son 2005’te gitmiş olmanın verdiği heyecanla yolda içimden dualar ettim ne olur sanki hava güzel olsa diye. Gerçi zaten hava tahminleri Londra’yı güneşli gösteriyordu ama Cumartesi günü %20 yağmur olasılığı da yok değildi. Şimdiye kadar çevremdeki çok insan Londra’ya gitti. Orada bir süre yaşadı geri geldi. Hepsi bana Londra’yı başka anlattı. Gittim, geldim ben de Londra’yı başka anlatıyorum. İşte o yüzden herkesin Londrası başka tıpkı Parisinin de başka olduğu gibi.
Heathrow’da pasaport kontrolünde kızının doğumu için İngiltere’ye gelen yaşlı teyzeye yardım ettikten sonra kendimizi dışarı attık. Elimizde ufacık valiz, bir sigara molası için önce havaalanından dışarı çıktık, baktık ki güneş pırıl pırıl tepede. Hava sıcak değil belki ama olsun gökyüzü masmavi. Bundan güzel karşılama mı olur dedim içimden. Londra’yı görmeden bilmeden puslu, yağmurlu sisli diye burun kıvıranlara güldüm yine içimden. Sonra atladık Picadilly Line’a indik Covent Garden’da. Şehre doğru ilerlerken her durakta o bildik sesin “Please mind the gap between the train and the platform” uyarıları karşısında gülüştük. Otel Strand üzerindeydi, zaten elimizle koymuş gibi de bulduk. Oda daha hazır olmadığı için valizleri verdik biz yine kendimizi dışarı attık. O kadar garip bir histi ki içimdeki sanki aradan hiç zaman geçmemiş de okuldan çıkmışım sokaklarda yürüyorum gibi hissettim. Ama bir yandan da aynı sokakları beynime bir kere daha kazımak için bir o tarafa bir bu tarafa bakarak hızlı adımlarla Oxford Street’in Regent Street ile kesiştiği noktaya kadar yürüdük. Ben sağa sola acaba nerede ne değişmiş diye bakınırken Pebbles benimle epey dalga geçti. Benim derdim ise başkaydı. Gördüğüm her şeyi kafama kazıyıp, hafızamı tazelemek derdindeydim ben.
Bu yürüyüşün ardından Oxford Street’in kalabalığına girmeyi göze alamayıp rotayı tekrar Covent Garden’a çevirdik. Sadece 2 günümüz olduğuna ve müze gezip klasik turistler gibi takılmaktansa Londra’nın keyfini sürme amacında olduğumuza göre, dedik ki oturalım meydanda hem bir yemek yiyelim, hem de meydanda gösteri yapanları izleyelim. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Londra çok güzel müzeleri olan bir şehir. Üstelik müzelere giriş ücretsiz. O yüzden ilk defa gidenlerin mutlaka, British Museum, Natioanal Galery, Tate Modern, National Portrait Galery, Victoria and Albert Museum, Natural History Museum ve daha adını hatırlayamadığım onlarca müzeyi gezmelerinde büyük fayda var. Ayrıca, Buckingham Palace ve Kensington Palace içerisindeki müzeler de görmeye değer. Özellikle Kraliçenin şapka koleksiyonu mutlaka görülmeli.
Covent Garden her zaman kalabalık, turistler ve sokak sanatçıları ile dolu bir semt. Meydandaki pub ve restoranların dışında meydanı kesen sokaklarda da çok sayıda güzel restoran ve pub bulunuyor. O yüzden aslında sadece turistlerin değil, İngilizlerin de rağbet ettiği bir yer. Hatta öyle ki turistler bir an önce şehrin bütününü gezmek derdinde oldukları için meydanın tadını çıkartmaya pek de vakitleri olmuyor.
Oturduk yemekleri söyledik. Ben kırmızı şarapla başladım, Pebbles en favori birası Hoegarden ile. Bira Belçika birası ama güzel bira, içimi kolay hafif ama yarattığı etki diğerleri ile farklı değil. Biralarımızı, şaraplarımızı içip yemeğimizi yedikten sonra kalktık. Sokak gösterilerini daha rahat izleyebilmek için çıktık publardan tekinin balkonuna. İki tane Pimm’s ve Limonata söyledik bu defa. Daha önce Londra’da bir yaz vakti kocaman sürahide Pimm’s ile tanıştığımız vakitleri yad ettik. Bir yandan yudumladık içkilerimizi bir yandan da turistlere gösteri yapan sokak showmanlerini izledik. Çok zevkliydi yeniden aynı balkonda olmak. Hayat her ikimiz için de o zamankinden epeyce farklı olsa da.
Bütün gün açık havada oturmuş olmak biraz içimize soğuğu çekmemize sebep oldu. Soğuk artık içimize işlemeye başlayınca kalktık. Otele doğru yollandık. Sonra biraz dinlenip Peacock Theater’a doğru yola çıktık. Londra, NY- Broadway’den sonra dünyanın ikinci müzikal cenneti demek yanlış olmaz sanırım. Daha önce Chicago, Phantom of the Opera, Lion King ve şimdi adını hatırlayamadığım bir iki tanesini daha izlemiştim. Bu defa biraz değişik bir şey olsun diye bir dans gösterisine bilet aldık. Bir Küba Dans topluluğunun gösterisi olan Havana Rakatan’ı beğenmesine beğendik ama aslında bizim özlediğimiz Chicago tadında bir müzikal olduğundan olsa gerek çok da bayılmadık. Ama kıyafetler, müzik, koreografi güzeldi. Bir kavga sahnesinin ardından, dansçıların oyun gereği birbirlerine bir güzel çemkirdiğini gören Pebbles’ın yorumu bu Kübalıların bizim Romanlardan pek de farkı yokmuş oldu. Ne yalan söyleyeyim ben de pek bir katıldım bu fikre.
Tiyatrodan sonra gidip yemek yesek diye bir restoran aradık. Ancak paella yeriz diye büyük bir iştahla girdiğimiz La Tasca’nın ağır kokusu bizi bu fikirden uzaklaştırdı. O akşam yolun verdiği yorgunluk, nerede ise bütün öğleden sonra çakır keyif geçmemize yetecek kadar içki içmiş olmanın verdiği ağırlıkla Tesco’dan sandwich alıp otelin yolunu tuttuk. Öyle bir uyuyup kalmışız ki, gecenin bir yarısı uyanıp, açık kalan televizyonu ve ışıkları kapatıp, bir koca bardak da su içip, doğrudan uyumaya kaldığım yerden devam ettim.
Cumartesi günü otelin kahvaltı salonunda bizi mükellef bir İngiliz kahvaltısı bekliyordu. Bu kahvaltıyı her gün etmek, kalp ve damar hastalıklarına yol açar tarzı bir ibare gerekli bence. Ama bu çok lezzetli olmadığı anlamına asla gelmemeli. Bir kere sabah kahvaltıda çırpılmış yumurta, kızarmış yumurta, mantar, bacon ve fasulye (baked beans), ızgara domates, sosis, patates pane (hash browns)’den oluşan koca bir tabağı mideye indirince insanın bütün gün boyu acıkmaması mümkün tabi. Ama sokakta burnumuza güzel gelen her kokuya doğru yöneldiğimizden İngiliz kahvaltısı da bizi kesmekte başarılı olamadı.
Otelden çıktıktan sonra Charing Cross’ta köprüden karşıya geçip, Thames Nehrinin Güney yakasındaki yürüyüşümüze başladık. Nehrin Güney yakası bana hep bir açık hava parkı gibi gelmiştir. Konser izlemek isteseniz, Royal Festival Hall, eski filmleri izlemek isterseniz National Film Theater güney yakasındadır. NFT’nin önünde hafta sonları kitap pazarı kurulur. Nehre bakan kafesinde kahvaltı edebilir, öğle yemeği yiyebilir ya da arkadaşlarınızla veya Londra’yla baş başa bir şeyler yiyip içebilirsiniz. RFH’de pazar sabahları fuayede bedava konserler olur. Sabahın o saatinde nasıl olup da bu derece büyük bir kalabalıkla karşılaştığınıza şaşarsınız. Seyirci topluluğunun yaşı epeyce büyüktür ancak öğlenin 12sinde çoktan çakır keyif olmuş, 60-70 yaşında amca ve teyzelerin çalan dans müzikleri eşliğinde nasıl da bizlere taş çıkarttığını görüp keyiflenirsiniz. RFH’de akşam konserleri bir başka zevkli olur. Hava kararınca, şehrin bütün ışıkları parıldamaya başlayınca, konser saatini beklerken, terasta ya da konser salonun önündeki büyük antrede şehrin ışıklarını seyretmeye doyamazsınız. İşte bütün bunlar aklımdan geçerken biz bu defa içeri girmeden RFH ve NFT’nin önünden yürüyüp gittik.
Bir sonraki durak Tate Modern‘dı. Vakit çok kısa olduğu için içerideki sergiyi gezmeye yeltenmedim. Zaten Pebbles pek öyle sergi vs. sevmez ama Tate’in en çok sevdiğim iki yeri olan kafesini ve müze mağazasını tavaf etmeden olmaz dedik. Önce yukarı yedinci kattaki kafeye çıktık. Tam da St. Paul Katedraline bakan camların önünde iki bistro sandalyesini bulduk. Manzaraya karşı kahvelerimizi içtik. Bu benim önceden de bayılarak yaptığım bir şeydi ki müzede iki dolanınca sızlamaya başlayan ayakları en güzel şekilde dinlendirmenin yolu bu kafeden geçiyordu. Gözlerim kafenin tam girişindeki büyük kanepeyi aradı ama anlaşılan o ki kanepeyi kaldırıp bistro alanını genişletmişler.
Ardından Tate’in mağazasına daldık. Burada Tate koleksiyonunda yer alan eserlerin kartpostalları ile tasarlanmış eskimeyen birer takvim aldık. Takvim neden mi eskimiyor? Üzerinde yıl yok sadece aylar ve günler var da ondan. Zamanı durdurmak ya da yılların akmasını istemeyenler için bir avuntu olabilir belki 🙂 Kasada bir de Dünya Tuvaletleri diye bir kitap görünce onu da dayanamayıp alışveriş sepetine koydum. Nedeni daha sonra yazacağım bir tuvalet yazısında gizli.
Tate’ten çıkınca, nehrin doğu yakasına doğru yürümeye devam ettik. Shakespeare’s Globe ve Anchor’ın önünden geçip içeri doğru kıvrıldık. Anchor 1600’lerde açılmış Londra’nın en eski publarından biri olma ünvanına sahip. Büyük Londra yangınından kurtulmuş ve bu güne kadar varlığını koruyabilmiş. Shakespeare’s Globe Theater ise aynı yangında yanmış ancak yeniden restore edilmiş bir tiyatro binası. Eğer merak ediyorsanız bir de tiyatro bileti alıp içeride oyun seyredebilirsiniz. Biz yağmurlu bir havada gitmiştik ve yanılmıyorsam 1-2 pound gibi bir para karşılığı tiyatronun sattığı yağmurluklardan almıştık. O yağmurluklar evde bir yerde duruyorlar. Anlamak biraz zahmetli oluyor ama en azından görmeye değer diye düşünüyorum.
Anchor’ı geçer geçmez, bu defa burnumuzun aldığı kokunun yönünde ilerlemek iyi olacaktı çünkü Borough Market‘a varmak üzereydik. Londra parklarının yanında pazarlarıyla da ünlü bir şehir. Notting Hill, Portobello Road Market ve Liverpool Street Tube yakınındaki Spitalfields marketin yanında, Borough market şehrin en güzel pazarı bence çünkü benim gibi bir obura hitabenden her şey burada mevcut. Peynir, şarküteri, soslar, zeytinyağları, çikolatalar, kuruyemişler, ekmekçiler, hazır yemek satanlar… Kısacası insanda aşçı olma hissi uyandırıp, bir o kadar da obez olma arzusu yaratan bir yer burası. Sadece stand sahiplerinin ikram ettikleri ile bile karnınızı doyurarak çıkabileceğiniz bir yer burası. Ben maymun iştahlılıkla sağa sola bakınıp ne yesem diye aranırken karar veremeyip hiçbir şey de yiyemeden çıkacaktım aslında. Hani mümkün olsa hepsini denesem ama bu tabi ki namümkün. O yüzden Pebbles’ın lafını dinleyip ostrich burgercinin önünde durduk. Ben biftek sandviç tercih ederken o klasik hamburger istedi. Sonuç: tam memnuniyet. Sonradan anladık ki bu leziz et aslında devekuşu eti imiş. Mutlaka tavsiye edilir. Çok leziz, müthiş cidden de. Borough Market’dan birer bardak da sıcak şarap alarak yolumuza devam ettik. Ne de olsa nehir kenarı, rüzgâr insanı üşütüyor. Adamların ikisini de Türkiye’de bıraktığımıza göre bize bizi ısıtacak bir şey lazım.
Pazardan çıktıktan sonra bu defa tam istikamet Tower Bridge’e doğru yol aldık. Tower Bridge üzerinde uzun uzun City’e bakmayı da ihmal etmedim. Yatırım bankalarının olduğu bu semt, benim dick of London olarak da bildiğim 30 St Mary Axe’e de ev sahipliği yapıyor. Pebbles’ın burada iş bulması ve benim de sık sık onu görmeye gelmem ihtimallerini kafamdan geçirdim. Uzun uzun baktım ve evrene olumlu sinyaller gönderdim ki bu dilek gerçek olsun.
Tower Bridge’i geçtik. Bu defa St. Katherine Dock’a doğru yolladık ve Dicken’s Inn’de boş bir masa bulduk, oturduk, biralar söylendi yan masaya gelen fish and chips’e bakıldı. Tokuz dendi ama patates kızartmasının kokusuna dayanamayarak bir tane de bizim masaya söylendi. Balık yağlı idi, patatesler de istediğimiz gibi değildi. Ama olsundu. Sonuçta adet yerini bulmuştu.
Burada 2 belki 3 saat kaldık. Güneş batmadan dışarı çıkıp son biraları da burada yuvarladık. Sonra bir metro istasyonu bulmak için nehrin batısına doğru yürümeye başladık. Metro yine sıkıntılı idi ama sonunda otele ulaşabildik. Akşam bu defa Soho’ya gitmeye karar verdik.
Soho, restoranların, tiyatroların, caz kulüplerinin ve özellikle de gay ve lezbiyen eğlence mekanlarının bulunduğu bir yer. Oldukça kozmopolit, bir o kadar da canlı. Soho, salaş, kalabalık, belki biraz da kılıksız gözüktü bizim gözümüze. Özellikle China Town kısmında her restorandan fışkıran yemek kokuları bizim adımlarımızı hızlandırmamıza neden oldu. Ardından bir süre benim falafelciyi aradıktan sonra sıkış tıkış bir Japon restoranına girip teriyaki bento box sipariş ettik. İtiraf etmeliyim ki yemek çok müthiş değildi. Hani öyle ki ben Wagamamaya gitmediğimize pişman oldum.
Son gün sabahtan British Museum’a uğradık. Müzeyi gezmedik ama kafesinde bir kahve içtik. British Museum binası benim SOAS’ta okurken de bayıldığım, okula yakınlığından dolayı da ara ara gidip çay, kahve içtiğim bir yerdi. Aynı sokaklardan yeniden geçmek benim için hem eski anıları tazelemek oldu hem de 5 senedir yazacağım diye kendime söz verip de bir türlü başına oturamadığım Londra yazısını yazmama vesile oldu. Okulumu göremedim, çünkü artık dönme zamanı gelmişti.
Hızla otele dönüp, valizlerimizi aldık ve maceralı bir yolculuğun ardından Heathrow’a vardık. Maceralı diyorum çünkü Londra metrosu bu sıralar büyük bir tadilat altında. Kimi hatların kimi bölümleri kimi zamanlar çalışmıyor. O yüzden metro, otobüs, metro şeklinde bir seyahatin ardından duty free’ye ulaştık. Pret à Manger’ye uğramayı da ihmal etmedik.
Güvenlik kontrolü sırasında bir şemsiyeden olduk, çok da kızdık. Üstelik THY’nin kendi kalkış sırasını kaçırıp bizi 75 dakika uçağın içinde bekletmesi, hosteslerin alışılagelenin dışında küstah tavırları bizi epeyce bezdirdi.
Yine de çok güzel bir hafta sonuydu. Çok uzun zamandır özlemini çektiğim şeyleri yeniden yapma fırsatını buldum. Klasik Londra turlarındaki Tower of London, Houses of Parliament, Buckingham Palace, London Eye, St. Paul Cathedral bu yazıda yerini bulamadı. Ama zaten internette hangi kaynağı açsanız hepsi hakkında detaylı bilgiye ulaşmanız mümkün. Otobüsle şehir turları ya da tekne ile nehir turları denenebilecek diğer atraksiyonlar ve Londra böyle bir iki sayfa ile özetlenebilecek bir şehir değil. Restoranları, gece kulüpleri, benim de daha keşfedemediğim daha pek çok şeyiyle tam bir dünya başkenti. O nedenle unutmuş olabileceklerimi daha sonra tamamlamak üzere bu yazıyı burada noktalıyorum.
Sevgili Epicurious
taze taze londradan donup hemen kendi londrami paylasmak istedim. Londra soylendigi kadar degisik ve gercekten Avrupanin diger sehirlerine benzemiyor, cok farkli. Ve mutlaka gormek lazim diyorum. Biliyorsun son anda burs kazandigim halde gidememistim. Kismet seneler sonunda LSE onunde fotograf cektirmekteymis. Favorilerim her yeri dolduran sushiciler, soho, national portrait gallery, london tower ve gittigimiz chicago muzikali…sehrin en cok parklarini ve muzikallerini kiskandim. hem de cooook. ama sevmedigim 2 sey hic dinmeyen yagmur, gri gokyuzu ve hincahinc dolu ve havasiz metroydu. Ah bir de gunesi olsaymis nolurdu demeden gecemedim 🙂
Ah Londra 🙂 Avrupa’nın bir tanecik incisi 🙂 Çok sevindim zevkle gezmene 🙂 Devamı gelir umarım 🙂
Mart 2012’ye bilet almıştık Londra’ya.. Yazın tam bir ilham kaynağı oldu bana. 🙂
Gitmeden önce yine haberleşelim 🙂 Aklıma gelen başka detayları sana gönderirim 🙂