Dün yine bütün gün oturup evde yamışıklık yaptığım bir gün olarak bitti. Adamla oturup Will Smith’in Seven Pound’unu ve arkasından da Fringe’in ana hikayeyle alakalı bütün bölümlerini izledik. Asıl kız Olivia’nin allternatif evrende kalmasına feci gıcık oldum ama gelecek haftaki bölümü de heyecanla beklediğimi söylemeliyim.
Seven Pounds’a gelince, filmin ilk yarım saatinde acaba daha ne kadar var diye düşünmekten kendimi alamadım. Film cidden çoksinir bozucu bir girişle başlıyor. Olayları anlamanız aslında ilk 40 dakikayı izledikten sonra mümkün oluyor. Geçmişte sebep olduğu bir kaza yüzünden 7 kişinin yaşamının son bulmasından kendini sorumlu tutan bir adamın biraz iyilik melekliğine, biraz da adalet tanrılığına soyunmasının hikayesi. Adamın çektiği vicdan azabını anlayabiliyorum ama yine de olayı bu kadar melankolik bir hale getirmeye gerek varmıydı bilmiyorum. Will Smith bütün film boyunca suratında acı bir gülümsemeyle dolaşıyor. Biraz küçük Emrah modunda yani. Şimdi filmi bu kadar eşeltirdim hiç beğenmedim mi? beğendim aslında. Sonuçta hikaye ilginç, konuyu filmin başında kestirseniz dahi ilk 30 dakikayı atlattıktan sonra izlemekten vazgeçmiyorsunuz. Filmle ilgili 3 sahne çok hoşuma gitti. Birincisi Ben Thomas’ın cenaze töreni, ikincisi Ben öldükten sonra hızın küvete girip kalbinin sesini dinlediği sahne, üçüncüsü de adamın deniz anası akvaryumu.
Ben deniz anasından oldum olası korkan bir tipimdir. Ama akvaryumdaki halleri çok zarifmiş cidden. Hatta gerçekten böyle akvaryumlar satılıyormuş. Bence tek kötü yanı bu suda nazlı nazlı süzülen bu şefaf canlıları taze balıkla beslemek zorunda olmanız. Bu şart mı bilmiyorum ama en azından filmde Will Smith’in yaptığı buydu. Son olarak adamın kendini beslediği bu deniz analarına öldürtmesi benim için fazla vahşiceydi. Hani ortada kan yok bir şey yok ama hayali bile korkunc gerçekten.