Yıl 2003. Londra’nın birinci zone bölgesinin kuzeyinde King’s Cross ve Angel metro durakları arasında Pentonville Road üzerinde bir öğrenci yurdu. Mevsimlerden sonbahar. Hava klasik Londra havası. Yurdun 7. katından yemyeşil çim avludaki piknik masalarına bakan sessiz sakin 15 metre karelik bir yurt odamda dönüp duruyorum. Yurt yönetiminin her odaya koyduğu mobilyalar belli. Son derece basitçe döşenmiş. Camın önünde bir yatak, yan tarafta bir üzeri kitap rafı olan bir çalışma masası, bilgisayar ve çalışma lambası. Çalışma masasının dayandığı duvarda o zamana kadar gezip gördüğüm yerlere ait kartpostallar ve uzakta olan sevdiklerimin fotoğrafları bana göz kırpıyor. Masa üzerinde yığılmış makaleler benim kendilerine ilgi göstermemi bekliyorlar. Okumaya başlamam lazım ama müziğin de etkisiyle uyku bastırıyor. Mutfağa gidip bir kahve hazırlıyorum kendime. Bunlar vakit öldürmek ve okumaya başlamamak için bulduğum bahaneler. Mutfaktan geri geldiğimde makalelere gömülmek yerine internetten dönem sonu tatilinde seyahat edebileceğim ülkelere bakınıyorum. Nereye gitsem acaba diye düşünüyorum? Önce İspanya mı? Yoksa İtalya mı? İspanya’da karar kılıyorum.
Öğrenci olmanın verdiği rahatlıkla tembellik hakkımı sonuna kadar kullanırken asıl yapmam gerekeni yapmadığım için iç huzursuzluğum devam ediyor ama yapılacak işler listesini erteleyebilecek vaktim olduğu için bu şansı sonuna kadar kullanmaya da kararlı görünüyorum. Ne zaman bu tembel ruh halinde olsam dinlediğim Norah Jones’un yumuşak, sakin sesi de aksini yapmam konusunda motivasyon sağlamıyor zaten.
Kapı çalıyor. Kapıyı açınca sık sık birlikte vakit geçirdiğim, Londra’nın müzelerini, restoranlarını birlikte keşfettiğim karşı odada kalan sınıf arkadaşım görünüyor. Düşünceli arkadaşım müzik zevklerimizin benzerliğini bildiğinden olsa gerek eline geçen ve daha önce adı hiç duyulmamış bir isme ait albümün kopyasını gülümseyerek uzatıyor ve şöyle ekliyor: “Senin de bu albümü çok beğeneceğini düşünüyorum.”
Kopya CD’nin üzerinde yazan isim oldukça davetkar: Amy Winehouse. Albümün adı Frank. Arkadaşım gittikten sonra albümü bilgisayarın cd sürücüsüne yerleştiriyorum ve sesi açıyorum. Duyduğum ses jazz ile soul arasında gidip gelen tarzıyla tahminen zenci bir bayan vokal. Şarkı sözleri samimi. Sanki kendi hayat hikayesini anlatıyor. Kullandığı kelimeler hüzünlü. Ancak garip bir şekilde kulağa çalınan melodiler beni depresif ruh hallerine sokmuyor. İçimde doğan merakla ismi googleda aratıyorum ve sesin sahibini görünce şaşırıyorum. Ufak tefek beyaz bir kadın. Winehouse soyadının gerçek soyadı olmasına da şaşırıyorum zira sanki sahne için seçilmiş bir soyisim izlenimi veriyor. Bu çırpı gibi vücuttan çıkan ses ise muazzam.
Amy 7. kattaki yurt odamda bana uzun bir süre Norah’yı unutturuyor. Londra’nın havasına suyuna çok da uygun bu ses haftalar boyu odamın duvarlarını çınlatmaya devam ediyor. Üstelik komşu sayılırız Amy ile kuzey Londralı olmaktan dolayı.
Aradan yıllar geçti. Amy ünlendi ve artık Türkiye’de de bilinir oldu. Popülerliği ve televizyonda görünürlüğü arttıkça, kurallara uymayan, hayatı da ölümü de fazla umursamayan bu kızcağızın taşkınlıklarını, kullandığı uyuşturucu maddelerden ve alkolden kurtulma çabalarını bütün dünya ile beraber ben de izler oldum. Bu taşkınlıklarını kimseyi umursamaz tavırlarını zaman zaman Yıldız Tilbe’ye benzettim. Ki Yıldız Tilbe de tarz olarak hep dinlediğim müzikler yapmasa da kendisini eleştirenlere karşı hep savunduğum bir yetenek. Tabloid gazeteler Amy’nin sarhoş hallerini, gördüğü tedavileri fasikül fasikül yayınlarken ben Amy’nin bir an evvel düzlüğe çıkması için dua ediyorum.
Hikayenin sonu benim gönlümden geçtiği gibi bitmedi maalesef. Ölümünü Cumartesi gecesi dışarıdayken öğrendiğim için neler konuşuldu neler yazıldı çizildi bilmiyorum hala. Ancak twitter sağ olsun hakkında iyi-kötü konuşan, akıl veren, kınayan, üzülen, çok sayıda insan olduğunu görüyorum. “Çok genç bir vücutta, hassas, kırılgan yaşlı bir ruha sahipti. Ancak dayanamadı, kaldıramadı, yaşamak istemedi” diyor savunanlar. “Su testisi su yolunda kırılır” diyor kınayanlar.
Ben mi ne hissediyorum? Öncelikle genç yaşta göçüp gitmesinin verdiği üzüntü. Geriye bıraktığı sadece iki albüm olmasından dolayı duyduğum üzüntü. İçinde olduğu durumun gazetelerin üçüncü sayfalarına malzeme edilmesinden duyduğum üzüntü. Kadın olması yüzünden kendisi gibi aynı dertten muzdarip nice rock, jazz yıldızını kaybettiğimizde verilen tepkilerden farklı tepkiler verilmesinden duyduğum üzüntü.
Yapmayın etmeyin. Yaptıklarını, yaşam tarzını tasvip etmeyebilirsiniz. Başka bir ruh halinde olsa, bize benzese zaten çıkar mıydı o şarkılar acaba? O zaman hepimiz Amy olmaz mıydık zaten? Yaptığı seçimlerin yanlış olduğunu düşünebilirsiniz. Ama arkasından daha fazla konuşmak sizi cennete yollamayacak bilesiniz. Hala ikna olmadı iseniz, şarkıların sözlerini açıp okuyun ve o zaten her şeyin farkındaymış diye şaşırın.
ufku testiden mamul bir yapımız var maalesef 😦
bu güzel -zenci olmamasına karşın güzel- sesi sadece bu kadar sınırlı şarkıyla dinleyeceğimi bilmek beni çok üzüyor. bebeğimin karnımda dinleyip sevdiği bu ses,yıllar sonra da onu aynı şekilde heyecanlandıracaktır diye umuyorum.
R.I.P Amy