Bu aralar vaktimin çoğu internette bir şeyler arayarak, izlemediğim filmleri, dinlemediğim müzikleri bulup indirerek geçiyor. Sabah kalkıp biraz film sonra biraz kitap, sonra biraz internet, ardından bir film daha şeklini alan bu döngüden o kadar mutluyum ki kimse bana dokunmasa şöyle bir 2-3 ay kadar daha evde bu şekilde yaşamaya devam edebilirim.
Öte yandan bu o kadar alışkın olmadığım bir durum ki bazen içimi bir huzursuzluk kaplıyor. Sanki çalışmam, işe gitmem ya da illa kendim için değil de başka birileri için bir şey yapmam gerekiyor gibi hissediyorum. Sonra silkinip kendime geliyorum.
Yeniden yoğun bir çalışma temposuna girmeden önce elimdeki film stoklarını eritmek gibi bir hedefim var. Ne kadar başarılı olacağımı zaman gösterecek… Bakalım “Epicurious Sinemaları”nda bu ay neler varmış!
Morgan Freeman ve Jack Nicholson’ın baş rollerini paylaştıkları bu film birbirlerine hiç benzemeyen iki adamın dostluklarının hikayesini anlatıyor. Ortak tarafları ikisinin de ömrünün çok az kalmış olması. Biri araba tamircisi diğeri hastaneleri olan zengin ve huysuz mu huysuz bir adam. Aynı hastane odasında kalan bu iki kafadar ömürlerinin geriye kalan son demlerinde hayallerinin peşinde birlikte bir yolculuğa çıkarlar. Bu iki ünlü oyuncuyu görünce ben çok daha iyi bir film beklentisine girmiştim ancak benim beklentilerimin biraz altında kaldı. Filmin ana fikri şu yazıda okuduklarımıza benziyor aslında. hayatın tadını çıkarın, dakikalarınızın, sevdiklerinizin kıymetini bilin diyor.
Nasıl olup da şimdiye kadar izlemediğime çok şaşırdığım nefis bir komedi filmi. Hatta yakınlarda ikincisi de çekilmiş ve izlenecek filmler listemde beni bekliyor. Evlenmek üzere olan Phil, en yakın iki arkadaşı ve müstakbel kayın biraderiyle birlikte bekarlığa veda partisi için bir hafta sonunu Las Vegas’ta geçirmeye karar verirler. Sonrası tam evlere şenlik, çok eğlenceli bir film. Ayrıca yakışıklı Bradley Cooper hayranları için birebir :).
Bu defa bir romantik komedi filmindeyiz. Aşk ve aşık olmakla ilgili bütün klişeleri bolca yer aldığı bir film Little Manhattan. Ancak bütün bunların 11 yaşında Gabe’in başından geçiyor olması olayı komik hale getiriyor. Film bize aşık olunca nasıl da tecrübesizleştiğimizi, elimizin ayağımıza dolandığını hatırlatıyor. Gabe ‘in iç mücadelesi ve film boyunca süren monologları söz konusu aşk olduğunda yaşımız 11 de olsa 31 de olsa çok bir şeyin değişmediğini gösteriyor.
Bir başka fantastik film. Büyüklere masallar serisine ekledim bunu da. İnsana kendini iyi hissettiren cinsten ama yine de bir Finding Neverland değil bence. Eğer günün stresi sizi fazlaca hırpaladı ise eminim size iyi gelecek bir film. Bir yıldız, bir prens ve aşk… İyiler ve kötülerin savaşından galip çıkan tabi ki iyiler oluyor ve film mutlu sonla bitiyor. Bu arada Robert de Niro ve Michelle Pfeiffer’ın da filmi şenlendirdiklerini söylemeden geçmeyelim. İkisi de yardımcı rollerde olmalarına karşın baş rol oyuncularından çok daha fazla dikkat çekiyorlar.
Almodovar’ın son filmi. Sanırım hemen hemen izlemeyen hiç kalmadı bu filmi. Almodovarı gerçekten çok severim. Üstelik epeydir de her hangi bir filmini izlememiş, özlemiştim. Bu defa neden filmi izlemek için acele etmedim sorusunun cevabı sanırım filmin fragmanı. Almodovar filmlerinde genelde gördüğümüz renk cümbüşü yerine daha steril bir tarz, daha nötr renkler görünce sanırım içimde bir yerde bunun kötü bir film olduğuna inandırdım kendimi. Oysaki olay hiç de öyle değilmiş. Nefis bir intikam öyküsü. Filmin ancak ortalarında tahmin edebildiğiniz şaşırtıcı bir son. Deli bir doktor! Karısına çok aşık! Ancak anlaşılabildiği kadarı ile sorunlu bir ilişkileri var ki kadın, doktorun kaplan kılığında gördüğümüz gerçekten rahatsız edici kardeşi ile kaçıyor… Ardı ardına gelen felaketler zaten bu kaçışın ardından başlıyor! Sonrası hakkında bir şey söylemek istemiyorum! Ben gerçekten çok beğendim. Filmin en beğendiğim sahnelerinden biri de Concha Buika’nın şarkı söylediği sahneler…
Şimdi sıkı durun. Bu serinin en iyi filmi diyebileceğimiz bir filme geldi sıra. Yine bir intikam filmindeyiz. İçinde Yaşadığım Deri’nin ardından bu filmi izlemek aslında pek iyi olmadı. Zira ikisi de psikopatlık konusunda bir biri ile yarışabilecek karakterlere sahip filmler. 2010 yılında Yabancı Film Oscar’ını alan son derece durağan bu Arjantin filmi 2 saatten fazla sürüyor ama garip bir şekilde izlerken sıkılmıyorsunuz. 23 yaşında yeni evli Liliana’nın kendi apartman dairesinde tecavüz edilip, öldürülmesinin ardından başlayan cinayet soruşturmasında birlikte çalışan Esposito ve Sandoval eski bir resimden yola çıkarak katil olduğundan şüphelendikleri Gomez’i aramaya başlarlar. Gomez’i ele geçirdikten sonra Irene’nin de yardımıyla iyi bir sorgulama yapıp adamı içeri tıkmayı başarırlar. Ne var ki dönemin Arjantin’inde siyasi yolsuzluklar almış başını gitmiş vaziyettedir. Gomez hükümet lehine muhbirlik yapması karşılığında serbest bırakılır! Liliana’nın kocası Morales ile sıkı bir dostluk geliştiren Esposito ise yıllar sonra emekli olduğunda bir kitap yazmaya karar verdiğinde kendisine konu olarak bu Morales davasını seçer… Filmde Aşk, tutku, korku-sevgi, nefret, intikam, söylenemeyen sözler ve bakışlarla anlatılanlar üzerinde duruluyor. Aklımda filmle ilgili pek çok şey kaldı. Üzerine sayfalarca döktürülebilecek bir film yapan Campanella’yı tebrik ediyorum.
Bir sonraki yazıda dizi önerileriyle devam edeceğim. Güzel bir gün dileğiyle.
benim yerime de yaaap hepsini ama hepsini… su anda elimde sıcak bir fincanla evde battaniyemle olmak icin neler vermezdim
Bu hafta bir gün işten erken kaç atla bize gel kek yapar film izleriz 🙂
amanın tamam 🙂 bogazım sisti insin gelicem 🙂
bende geleyim mi?
Gel tabi 🙂