Bu sabah gece geç yatmanın verdiği mahmurlukla on buçuk gibi uyandım. Cumadan verilmiş güzel bir sözüm vardı. Kahvaltı ve evde bir iki küçük işi halledip duş aldıktan sonra Kadıköy’e inip bir motora atladım. Kadıköy’den motora ya da vapura binmenin en güzel tarafı gerçekten de deniz yolculuğunun daha uzun sürmesi. Bizim gibi Anadolu yakasında yaşayanlar açısından boğazı geçmek dezavantaj gibi görünse de bence insanın İstanbul’da yaşadığını hissetmesinin en iyi yolu hergün denizden karşı yakaya geçmek sanırım… Boğaz köprülerine bakarak gidip, Topkapı Sarayına ve eski yarımadaya bakarak dönmekten güzel ne var? Sabah eğer karşıya Üsküdar’dan geçiyorsam, tam Üsküdar-Kabataş Motorlarının kalktığı iskelenin arkasındaki Cem Büfe’den bir kaşarlı tost bir de çay alıp, püfür püfür rüzgara karşı varmak karşı kıyıya en bayıldığım ey sanırım. Kadıköy’den geliyorsam daha da şanslıyım. Yol daha uzun olduğu için çay ve tostla tekneye binmeme gerek yok, içeride ayağınıza kadar servis yapıyorlar sağ olsunlar. Bir de garip bir huyum var, cam bardak da değil de karton bardakta içtiğim sabah çayını gerçekten çok seviyorum. Bütün gün içtiğim en keyif veren çay bu oluyor bana! Benim gibi bir çay delisi açısından cam bardak yerine karton bardak tercih etmek de ayrı bir gariplik oluyor.
İşte tekne önce Eminönü’ne oradan da Karaköy’e doğru yol alırken aklımdan geçenlerdi bunlar. Planımız Great Masters sergisini gezip oradan da Karaköy kafelerini keşfe çıkmaktı. Böylece Leonardo, Michelangelo ve Rafael’in interaktif olduğu söylenen sergisi için Tophane-i Amire’nin merdivenlerinden yukarı tırmandık. Sıra yoktu ancak içerisi epeyce kalabalıktı. Biletler 17 TL’den satılıyordu ayrıca bu ücrete birer audio guide’da dahildi. Bu tarz sergileri aslında sanırım ya haftaiçi ya da sabah erken saatlerde gezmek gerekli. Yine de ekranların önünde biriken kalabalığa rağmen görebileceğimiz herşeyi dikkatle incelemeye uğraştık.
Leonardo (1452) bu üç büyük üstadın en yaşlısı, Michelangelo ortancaları (1475), Rafael ise en gençleri (14839. Sergi’de bu üç üstadın yaşadığı dönem hakkında bilgi vermek üzere bir de zaman çizelgesine yer verilmiş. Bu çizelgeyi takip ederek üç büyük adamın hayatlarını önemli anlarının nasıl kesiştiğini görebiliryorsunuz.
Serginin en etkileyici bölümü Leonardo’nun eserlerinin, çalışmalarının anlatıldığı bölümdü bana kalırsa. Bunda Leonardo’nun eşsiz dehasının, hem bir matematikçi, mühendis, mucit, anatomist, mimar, hem de bir ressam, helkeltraş, müzisyen olmasının payı var diye düşünüyorum. Çağının kat be kat ötesindeki bu adamın yaptıkları insanı gerçekten de derinden etkiliyor. Bi yandan Vitrivius insanını incelerken diğer yandan Leonardo’nun kadavra odasında insan anatomisini incelediğini ve eskizlerine yansıttığını hayal edip şaşakalıyorsunuz. Az ileride aynı dehanın çizip, tasarladığı savaş silahlarını görünce her ikisinin de aynı insanın elinden çıktığına inanamıyorsunuz. 2. Bayezid’e mektup yazarak Haliç’e köprü yapmak istediğini öğrendiğinizde daha da şaşırıyorsunuz. Sonra aynalı odaya giriyorsunuz. Girince ben kendimi Battle Star Galactica’da resurrection gemisinde kopyalanan cylon’lar gibi hissettim. Oysa ki, kendinizi her yönden görmenizi sağlayan, bu aynalı oda özellikle resim sanatı için çok önemli kabul ediliyormuş.
Sergide Leonardo’nun dehasın başımı döndürürken Michelangelo’nun estetiği beni benden aldı. Burada daha önce İtalya’da hayranlıkla gezidğimiz Sistine Chapel’in bir kopyası yapılmış. Tüm tavanın bitmesi Michalengelo’nun tam 3,5 yılını almış. Nası olmuş da bu kadar zor koşullarda böyle bir eseri ortaya çıkarabilmiş inanılır gibi değil bence. Ancak sergi salonunun tam orta yerindeki Davud heykeli de en az Sistine Chapel kadar etkileyici. Tabi bir de Aziz Petrus Bazilikasının kubbesi var. Her ne kadar kubbeyi tamamlayamadan ölse de emeği ve yeteneği gerçekten tartışılmaz.
Bir de itiraf serginin sonuna doğru farkettik ki Rafael’in her hangi bir eserini göremeden çıkışa doğru yönelmişiz. Bir takım başka bloglarda yaptığım araştırmada sergi de son akşam yemeği tablosunun da bulunduğunu gördüm ancak ben denk gelememişim!