Back to blog! Bir cümle lazım bana başlamak için. Bir fincan kahve üstümde bir miskinlik. Kafamda yapılacak işler listesi. Ama başlamak lazim bir yerden. Belki de bir günden. Öyle çok zaman geçti aradan, sıralayamadan, ama yuvarlanaraktan. Bazen bunalıp hiç plan yapamadan sadece günü kurtararaktan. Şimdi yazmazsam bir daha hiç yazamayacak gibi bir cümle lazım bana yeniden başlamak için. İşte tam da bu hislerle oturdum bilgisayarın başına. En iyisi en yenisi galiba. Yazdıkça açılır mı hafızam acaba? Başlık da o yüzden alakasız gibi oldu şimdi buradan bakınca. Madeleine Peyroux’dan alıntı söyleyeyim baştan. Hadi başlayalım o zaman! Önce büyük haberler, sonra küçükler 🙂
Geçen haftasonu nefis bir doğumgünü ile yeni yaşımı kutladım. 2012 çok güzel bir sene oldu. Büyük değişiklikleri uzun zamandır özleyen bünyem değişikliğe boğuldu. Güzel değişiklik bitmesin daha güzel şeyler olsun diye diledim yeni yaşımda. En güzel doğumgünü hediyesi Adam’dan geldi her zamanki gibi. Para pulla alınamayacak cinsten: Adam İstanbul’a taşındı. 🙂 Artık kısacık haftasonlarına sığdırmak zorunda olduğumuz zamanlar yok. Telefonda birbirinden kopuk hayatlar yaşamamıza gerek yok. 9 ay önce ben gelirken nasıl olağını, nasıl yapacağımızı bilmediğimiz ama sonucunun Istanbul’da beraber olmak oldugunu bildiğimiz bir süreç başlamıştı. Bekleme süresi bitti. O da geldi ve İstanbul artık daha da tamamlandı.
Hem benim doğumgünüm hem onun gelişi nefis bir kutlama ile başladı. Kardeşimin uzun zamandır bahsedip, gidelim buraya dediği Madam Despina’nın Meyhanesine gittik 10 Kasım akşamı. Kocamn bir yemek odası düşünün, evet farklı masalar var ama yine de evde gibisiniz. Servis hızlı, mezeler leziz. Beyaz peynir, ciğer ve kavurmaya bayıldım. Bir tek ezme standardın altında idi gerisi nefisti. Fasıllar söyledik, bol bol kadeh tokuşturduk. Çok keyif aldık. Oradan çıkıp geceyi sabah saat 5’e kadar uzattık.
İkinci büyük değişikliğin adı Pia. Pia evin yeni sakini hepimizden heyecanlı, düz duvara tırmanıyor. Bazen kuyruğunu kovalıyor bazen kıpırdayan herşeyi kurcalıyor. Bizim sitede oturuyordu sonra ev arkadaşı olalım mı demiş Pebbles’a Pebbles da kırmamış. Tutmuş patisinden getirmiş eve. Artık sabahları alarma ihtiyacımız yok çünkü sabah saat 6.00’dan itibaren tepemizde sabah sporu yapan Pia var evde. Şimdilik ne kadar dolap, kütüphane varsa tepesine çıkıp kuşbakışı evi izlemek en büyük hobisi. Elektrik süpürgesi ve saç kurutma makinesi en büyük korkusu. Biraz obur. Ama oyunla kandırıyoruz şimdilik. Saklambaç oynamayı çok seviyoruz. Bol bol uyuyup, düşman çatlatırcasına geriniyor Pia. ben çok kıskanıyorum o hallerini, kanepeye bir serilişi var ki, olmaz ki canım böyle de yatılmaz ki dedirtiyor insana. Güzel fotoğraflarını çekip koymak isterdim ancak kendisi pek yerinde sabit duramıyor…
Bu iki temel büyük değişiklikten sonra gelelim İstanbul’a. Dün akşam IKSV Salon’daydık Adamla birlikte. Ara ara bunaldıkça Biletix’ten aldığım biletler sayesinde hazırdık Madeleine Peyroux‘yu dinlemeye. Ne iyi tmişim de bunalıp açmışım biletix sayfasını, görür görmezde yatakta elimi uzatıp cüzdana alıvermişim biletleri. Evet böyle kötü bir huyum var! elimde laptop yatakta kıvrılmaya, uykuya hazırlanmaya bayılıyorum ben. Bir zamanlar her güne bir müzik serilerim vardı benim. İşte o zamanlar yazmıştım Madeleine’i. Dün akşam kanlı canlı izleme fırsatı bulduk kendisini.
“I sing 3 kinds of songs. Love. Blues. Drinking. All the same thing.” dedi konserin başında. Hepsi çok yakıştı sesine. Ama blues bir ayrı güzel gitti. Kendi de biliyor sanırım bunu ki “New York’ta günde bir elma yerseniz evinize doktor girmez derler, saçma bir laf ama bana sorarsanız Blues elma gibidir, Her gün bir blues şarkısı dinlemek gerek diye ekledi. Türk mutfağına iltifat etmeyi ihmal etmedi. Ama salon’un arka tarafında fısır fısır konuşanlara laf etmeyi de ihmal etmedi. Ya dinleyin ya terk edin dedi! Orkestrası süperdi, ses sistemi bizi hiç üzmedi, tek sıkıntı bence havalandırma idi. İçerisi ne çok kalabalık ne boş idi. Bu benim IKSV Salondaki ilk konserimdi. Bir daha ki sefere daha ince giyinip, mümkünse üst katta güzel bir yer bulabilmek için daha erken gitmeyi kendime not aldım.
Konserden önce Urban Bug Lounge‘daydık. Cihangir’de yeni açılmış bir mekan. Daha öncesi de varmış hatta bebekte imiş ama ben yetişemedim o zamanlarına. Arkada güzel bir bahçesi var eminim gündüz de çok keyifli olur. Birer bira söyleyip yanında ben hamburger ve atıştırmalık şeyler yedik. Hamburgerini beğendim ama patates kızartması fazla yağlı geldi. Bir sonraki sefere kahvaltıyı denemek niyetindeyiz.
Kahvaltı demişken, bir haftasonu Pebbles ile Yeniköy’deki Gazebo’ya gittik. Deniz kenarında, sessiz sakin. Brunch sunmuyorlar ama menülerindeki kahvaltı tabağı, omletler ve tostlarla bir güzel doyuyorsunuz.
Bir başka kahvaltıyı Beşiktaş Plaza’daki Vogue’da ettik. Vogue genelde iş yemekleri için tercih edilen bir yerken bir pazar günü geç kalkmış olmanın verdiği geç kalmışlık duygusuyla acelece nereye gideriz hesabı yaparken aklımıza geliverdi. Manzara güzel, büfesi yerinde, peynirler reçeller nefis, tatlılara diyecek söz yok. Fiyat kişi başı 60 TL. Ortalamanın üzerinde ama keyifli. Üstüste oturan insanlar yok, servis çok iyi.
Akşam yemeği için yeni denediğimiz ve keşfettiğimiz bir kaç adres daha oldu bu zaman zarfında. Bunlardan biri Eylül’de Kanyon’da açılan Carluccio’s. İş çıkışı Levent çevresinde çalışanlar için makul bir seçenek. Biz iki seferinde de işten çıkınca gittik. Makarnalarını ve starter tabaklarını deneme fırsatımız oldu. Ben hepsini çok beğendim. Yanında blushla çok iyi gitti.
Kanyondaki bir diğer İtalyan Gina. Ben olsam Gina yerine Carluccio’s’u seçerim sanırım. Italyan olmamakla birlikte bir de Swissotel’in tepesindeki Gaja. Manzara süper ancak 3 parmak ete 95 TL vermek bana biraz anlamsız geldi. İş yemeği olmasa gider miydim bilmiyorum.
Diğer iki tavsiyem balık restoranları. Biri Bebek’teki Poseidon. Diğeri Bostancı’daki Cunda. Bebek Poseidon’u anlatacak kelime bulamıyorum. Pahalı bir yer ama özel bir kutlama ya da yurtdışında misafiriniz varsa sizi ihya edebilir. Bostancı’daki Cunda’ya gelince keyifli bir mahalle balık lokantası. Çeşit bol, servis iyi, balkonu keyifli.
Bu kadar yemek sohbetinin ardından yeniden sanat diyorum. Ankara’da sıkı takipçisi olduğumuz Tiyatro ve Operayla sonunda İstanbul’da da tanıştık. Bu hafta bir Çiya ziyafetinin ardından Süreyya Operasında “Midas’ın Kulakları”nı izledik. Opera salonu gerçekten görkemli. Binayı dışarıdan görünce çok mutlu oldum ben. Çok şık, gözü müzü şenlendiriyor. İçerisi de dışarısını aratmıyor. Bu defa en önce oturduğumuz için ses konusunda biraz rahatsız oldum. sanki dağılıyor gibi geldi. Özellikle koro dinlerken, bir dahaki sefere daha arkalardan alacağım bileti. Midas’ın Kuakları izlediğim en iyi opera değildi. Çok sarmadı dersem yalan söylememiş olurum. Ama yine de peşini bırakmayıp sıradaki temsillleri de izlemek için bilet takibine devam edeceğim. Haftaya Pazar günü bu defa Cevahir’e Sidikli Kasabasını izlemeye gideceğiz. Aklımda bir de blog dünyasında İmge’nin yazılarından tanıdığım DOT var. İlk fırsatta onların da bir oyununu izlemek lazım sanırım.
Sinema deseniz İstanbul’a taşındığımdan beri en çok ihmal ettiğim şey galiba. Bundan 3 hafta kadar önce Woody Allen’in son filmi Roma’dan Sevgilerle’yi izlemeye gittiğimizde fark ettim ki 9 aydır ilk kez sinemaya gidiyorum. Film hayal kırıklığıydı desem abartmamış olurum hatta çok yorgun bir cuma günün ardından gittiğimiz için sinemada uyuduğum ilk film olma şerefine erişti. Bu kadar sık film çekmek iyi değil sanırım Woodyciğim biraz dinlenmek üretmek için fikirleri aceleye getirmemek gerek sanırım.
Bu arada boş durmadım kitap da okudum, en büyük keyfim Kadıköy’den bindiğim Kabataş vapurunun 20 dakikalık yolculuğu sırasında çantamdan çıkardığım kitabı okurken bir yandan da çayımı höpürdetmek. O kadar büyük bir iyilik hissi veriyor ki bu bana daha gün başlarken anlatamam. Cidden vapura binmek İstanbul’da yaşamanın en zevkli yanlarından biri. Sırf bu yüzden bile Anadolu tarafında oturulur desem abartmış olur muyum? Bence değil. İlk kitap tavsiyem Zülfü Livaneli’nin “Mutluluk”u. Filmi de çekilmiş ama ben nedense şimdiye kadar okuma fırsatı bulamamıştım. Leyla’nın Evi ve Serenad’dan sonra bu kitap da beni şaşırtmadı ve su gibi aktı bitti. Bir başka vapur kitabım Buket Uzuner’in Su Kitabı oldu. En muhteşem Buket Uzuner kitabı olmadığı aşikar ama yine de kitabın satır aralarını, eski Türk inançları ile ilgili kesitleri sevdim. Bu da bir başka kendini iyi hissetme kitabı oldu benim için. Şimdi elimde Paulo Coelho’nun Şeytan ve Genç Kadın’ı var. Paulo Coelho’nun bir nevi kişisel gelişim yazarı olduğunu düşünenlerdenim. Bu fikre Portobello Cadısı’nı okurken kapılmıştım. Bu kitap da düşüncemi epeyce doğruladı. Ben sevdim. Coelho’nun tarzı ile ilgili sıkıntınız yok ise size de tavsiye ederim.
Uzun ara verince toparlamak zor oluyor. Bu zaman içerisinde bir de 10 günlük san Francisco maceram oldu ki onu da artık sonra anlatayım. 🙂
Güzel bir hafta olsun… Güzel müzikle geçsin…
Ne harika bir haber! Gozunuz aydin, sizin adiniza cok sevindim.. Biz de yaklasik 5,5 sene (ayri sehirleri birakin) ayri ulkelerde yasadik esimle, gocebe yasamanın, uzaktan birlikteligin zorluğunu ve en sonunda kavusmanin mutlulugunu cok iyi anliyoruz.. Artik birbirinize ve kendinize daha cok vakit ayirabileceksiniz, ne mutlu.. insallah bundan sonra sizden daha sık blog yazisi da gorecegiz 🙂
Madeleine Peyroux ile sayenizde tanismis olduk. Ne kadar dinlendirici, huzurlu bir ses, bayıldık!
Yalnız yazı en heyecanlı yerinde bitmiş! San Francisco yazınızı ve tavsiyelerinizi sabırsızlıkla bekliyoruz, nitekim haftaya bizim de o taraflara yolumuz düşecek..
Ne güzel sizden de haber almak. Madeleine Peyroux’yu tanıştırdığıma ayrıca çok mutlu oldum 🙂 San Francisco yazısı haftasonu geliyor 🙂
Merhaba, hızlı bir dönüş, okurken ben yoruldum. Bu kadar yemek, opera, blues, San Fransisco, iki kedi, kitap, iş, kutlama, aşk…..e, BRAVO. Sevindim Ankara’da bıraktığın parçana kavuştun, birlikte yeni yaşında daha da güzel günler diliyorum. Bu arada, SU benim de bu yaz Kaş’ta okuduğum, Kutadgu Bilik’e merak sardığım kitap oldu…