Seyahat yazıları yazmayı iki sebepten dolayı çok seviyorum. Birincisi belki benden sonra aynı yerlere gidecek olanlara bir faydam dokunur düşüncesi. İkincisi gördüklerimi, denediklerimi yediklerimi ve hissettiklerimi unutmama isteği. Ama çok uzun uzun seyahat yazınca da aslında sanki görev bilinciyle yazıyormuşum gibi bir havaya bürünüyorum galiba. Planlı şekilde 1,2,3,4 diye giden gezi notları hem iyi hem kötü. Bugün farkettim ki benim biraz kendi kendime gevezelik etmeye ihtiyacım var. Aslında Kuran bayramında bu yana daha henüz 7 hafta geçmiş. Ama gelin bir de bana sorun 7 hafta mı 7 ay mı? Günlerin ve haftaların yoğunluğu arttıkça ve boşa zaman geçirmek değil sürekli zaman peşinde koşunca insan sanırım yaşadığı her anı hissediyor.
Bu kadar zamanda biz Anadolu yakasından Avrupa Yakasına taşındık. Taşınmaya karar vermemizle evi bulmamız arasında geçen süre 18 saat oldu. O kadar hazırlıksızdık ki aslında taşınmadan önceki gece evdeki dergileri aşağıdaki büyük çöp varillerine atacağız diye kapıda kaldık. elde ne cep telefonu, ne cüzdan, sağolsun güvenlik çilingiri çağırdı da girebildik içeriye.
Koşuyolunu çok sevmekle birlikte trafik ve yolda çekilen eziyet sanırım bu taşınma olayındaki en önemli etkendi. Yoksa kim ister ağaçlar arasında havası her daim ağaç ve çiçek kokan bir semtten karşıya taşınmayı.
Evden en son ben çıktım. Çıkarken aklımda kalsın diye de boş evin fotoğraflarını ve camdan manzarasını çektim. Fotoğrafları çekerken içimde bir hüzün de yoktu, sadece belgelemek istedim sanırım bir dönemin daha bittiğini.
Bence her yeni ev yeni bir hayat sunuyor size. Alışveriş yaptığınız marketler, gittiğiniz pazar, işe geliş gidişiniz. Kolayınıza geldiği için takıldığınız yakın çevre hepsini etkileyiveriyor. Koşuyolunun mahalle havasını severken aslında, kalabalığa ve yeni yapılaşmalara rağmen mahalleden farkı olmayan Osmanbey’deyiz artık. İlk gün işten eve dönerken metronun yanlış tarafından çıkıp, sonra nerede olduğumu şaşırıp evin yolunu Google maps sayesinde buldum dersem sanırım aslında benim henüz turist bir İstanbullu olarak buraları pek de bilmediğimi anlarsınız. Neyseki çabuk alıştım da evin yolunu artık kendim bulabiliyorum. Evin hala çok oturmuş bir hali yok ama yavaş yavaş daha iyiye doğru gidiyoruz. Perdeler daha geçen hafta geldi. O zaman kadar eski perdelerle idare ettik. Hala tablolarımız asılamadı. Hala çekmecelerin ve dolapların yeniden elden geçirilmesi, banyoya ek bir dolap alınması gerekiyor.
O kadar koşturmacadan sonra bir Cuma akşamı saat 5 gibi eve geldiğimde bir şişe şarap açtım, yanına kendime bir et-peynir tabağı yaptım, yavaş yavaş sönen maviliği izledim ve ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Çünkü daha bundan 20 ay önce bunların hiç birini hayal edemezken 2013 yılının Aralık ayında sağlıklı bir şekilde, en sevdiğim şehirde, sevdiğim insanlarla birlikteyim, ilk gördüğüm anda bayıldığım bir evde oturabiliyorum, yorulsam bile gerçekten çok sevdiğim bir işim var ve seyahat edebiliyorum. Daha ne olsun?
Yeni mahallemiz tam bir esnaf cenneti. Bazen kendimi Ankara’da Ulus’taki pasajlarda geçiyor gibi hissediyorum kimi sokak aralarında. Öte taraftan, henüz organik pazara gidemedim ama semtte pisboğazlık yapılabilecek ne kadar cennet varsa birer birer keşfediyorum arkadaşlarım ve kardeşim sayesinde. Bir kere buraların mezecileri meşhur. Tuşba’ya uğradım bir akşam. Sofrayı donatacak kadar meze alıp çıktım. Tuşba’nın yanında bir tane daha var adını şimdi hatırlayamadım ama bir dahaki sefere de onu deneyeceğim. Pangaltı’daki 33 Suat Tantuninin hastasıyız. Ekmek arası değil, dürüm sipariş vermeniz tavsiye edilir. Ben bol soğanlı ve maydanozlu seviyorum tantuniyi, telefonda özellikle de belirtiyorum. İkincisi bugün denediğimiz Çukur Ciğer. Telefonda sesi inanılmaz güzel gelen bir amca işletiyor. Bir de Çıtır Kokoreç var, bir akşam uğrayıp tadına baktığımız.
Ben pisboğazlık yapmam diyorsanız o zaman sizi Delicatessen Nişantaşı‘na alalım. Müthiş güzel egg benedict yapıyorlar. Bir de Kantin var. Burası kardeşimin anlata anlata bitiremediği benim de nedense yolumu bir türlü düşüremediğim bir yerdi. Sonunda gittik.
Sadece yemek yemekle vakit geçmeyeceği için bir akşam aylar önce bilet aldığımız Jersey Boys’u izlemek için Zorlu Center’a gittik. Jersey Boys MoTown gibi bir dönemin hikayesiydi. Four Seasons ve Frank Valli desem size sanırım ilk aklınıza gelen Can’t take my eyes off you olur. Gerçekten müthiş bir performans izledik. Umarım Zorlu PSM salonun tıkabasa dolmadığını düşünüp Broadway müzikallerini getirmekten vazgeçmez. Biletler satışa çıktığında ilk ön iki sıra ful görünüyordu. Oysaki gösteri esnasında bu iki sıra bildiğiniz bomboş kaldı. koltukları boş bırakacaklarına, öğrencilere ucuza satsalar ya diye düşündüm. Neden olmasın ki? Zorlu Centerın kendisi ile ilgili de biryorumum var aslında. Kesinlikle bu kadar büyük sahnelere ihtiyacımız vardı. Ancak çok yeni olmasından kaynaklı olarak bir oturmamışlık var burada. Henüz bir ruhu yok sanki. Daha çok insan, daha çok ses lazım Zorlu’ya. Bir mekanın ruhu ancak oraya gelen insanların bıraktıkları duyguyla yaratılabilir sanki. Bir de Jamie’s Italian gibi çok ünlü zincirleri buraya açıp da rezervasyon konusunda bile beceriksizlk yapınca insan içten içe soğuyor buradan. Zorluyla ilgili en büyük korkularımdan biri New York’da görüp bayıldığım Eataly’nin burada açılacak şubesinin beceriksiz, profesyonellikten uzak ve acemi ellerce yönetilmesi galiba.
Jersey Boys Konserinden bir başka konsere atlamak istiyorum: Pink Martini. Geçen yıl izlediğim en iyi konser Eryka Badu idi. Bu seneki kesinlikle Pink Martini. Ben hayatımda Storm Large gibi bir kadın sanırım daha önce görmedim. Aşık olunası bir kadın gerçekten de sahnede öyle devleşti, seyirciyle öyle dansedip hepimizi öyle bir tavladı ki anlatamam. Böyle bir flörtözlük yok, böyle bir yaşam enerjisi, mikrofonla böyle bir sevişmek yok! Bayıldım. Bundan sonra Storm’un solist olarak çıktığı her Pink Martini konserine gidilecek! Kesin bilgi!
Biraz da film önerisi… Uzun zamandır bir film önerisi yazısı yazayım diyorum ama bence beceremeyeceğim. İzlediğim üç tane nefis filmi sizinle paylaşmak istiyorum. Tam kış zamanı ne güzel gider elinizde sıcak, soğuk, alkollü, alkolsüz içeceğinizle. Biz bu üç filmin üçünü de aynı gece izledik. İlki belki de hepinizin çoktan izlediği Zenne. Nefis bir film, çok dokunaklı, çok üzücü! Çok gerçek! İkincisi Neredesin Süpermen ya da orijinal adıyla Bekas. Irak’ta iki evsiz öksüz ve yetim kardeşin hikayesi. Bu da çok dokunaklı ama umut dolu. Görüntüler muhteşem. İzleyin pişman olmazsınız. Üçüncü film Branded. Özellikle pazarlama dünyası ile ilgili iseniz ya da bu dünyayla ilgili olmasanız bile pazarlama stratejilerine maruz kalan bir tüketiciyseniz aklınızı karıştırıp, sizi yeniden düşünmeye zorlayacak bir film bu. Filmin notu berbat ama verdiği mesaj güzel.
Son olarak -aslında bıraksanız daha yazarım ama yarın beş tane toplantım var ve benim dinç bir şekilde erkenden ofiste olmam gerekiyor- bir doğumgünüm daha geçti. 40 yaşına şurada ne kaldı diyorum. Ama yaş ilerledikçe bizi böyle güzellikler bekleyecekse hiç sorun değil bence 🙂
Bu kadar güzel bir sabah kahvaltısı ile doğumgünü kutlamalarına başlamak ne büyük keyif. Havanın nefis olduğu, ışıl ışıl bir Kasım günüydü. Bütün günüm sevdiğm insanlarla beraber geçti. Az daha büyüdük hep beraber.
Ben kendime ha gayret diyorum. Yılın bitimine son 2 hafta var. 21 Aralıkla birlikte en uzun geceyi yaşarken bendeniz izne çıkıp evde Digitürk şöminemin önünde yatıp yuvarlanıyor, izliyor, okuyor ve İstanbul sokaklarında keşfe çıkıyor olacağım. Bir laf var sürekli aklıma takılan. Gerçekten tatil için yaşıyorum!
Hepimize sarsıntısız bir Salı diliyorum 🙂
nice yeni yaşlara, sevdiklerinizle birlikte, sağlıkla
Teşekkürler 🙂 Hep birlikte diyorum 🙂
Seni seviyorum desem ayıp olur mu?
gule gule otur cicim
ay anonim oldu ben kirphi iste kim olacak : ))