Bir haftasonunu daha devirdik. Bu hafta sadece 2 gün çalışmış olmamıza rağmen nedense ben sanki günlerdir sırtımda taş taşımışçasına yorulmuş hissediyordum kendimi Cuma akşamı. Cumartesi gayet enerjik bir gün geçirdikten sonra bugün öğlene kadar kahvaltı keyfi çatıp arkasından 4-5 saat kadar çalıştım bile. Yaklaşık bir yarım saat içerisinde pılımı pırtımı toparlayıp yine Ankara’ya doğru yola çıkmam gerekiyor. Zor bir hafta beni bekliyor. İki önemli süreç, iki önemli toplantı ve takibi lazım. İkisi de çok emek verdiğim şeyler. Hani bir türlü sonlanamayan cinsten! TV’de izlediğim 2014’le ilgili astrolog yorumları da hafiften moralim bozulmuyor değil. Böyle zamanlarda klasik şekilde yaptığım gibi ilk iş Susan Miller’ı açıp okudum. İlk cümlesini aynen aktarıyorum:
“You will be very busy once you return to the office after the holidays, with lots of phone calls and emails to answer. You will need to be ultra-organized to make sure nothing falls through the cracks.” Yani diyor ki; Tatilden işe döndüğünüzde o kadar çok telefona ve emaile cevap vermek zorunda kalacaksınız ki herşeyin yolunda gitmesini sağlayabilmek için ultra organize şekilde hareket etmeniz gerekecek.
Bu aralar tam da Susan Miller’ın tavsiye ettiğinin aksine garip bir kafa dağınıklığı içerisindeyim ve sanırım iyi bir roman okumaya ihtiyacım var. Kafamı tamamen başka bir hikayeye konsantre edebilecek bir roman. Öyle ki bu romanla kafamda uçuşan parça pinçik düşüncelerim bütünleşecek, anlamlanacak gibi hissediyorum. O yüzden tez zamanda iyi bir kitap bulmam lazım. Var mı acaba sizin bir öneriniz? Mesela sadece kitap değil yeni filmlere de ihtiyacım var. Akşamları gömülüp kanepeye izleyebileceğim, kafamdaki düşünce hızını yavaşlatabilecek, tempomu düşürüp, kan basımcımı düzenleyecek filmlere. Böylece Digitürk’ün şömine kanallarını izlemeye de bir süre ara vermiş olurum 🙂 Bunların yanında keyifle okuduğunuz dergiler varsa o da çok makbule geçer. Maksat yeni birşeyler duymak, okumak, öğrenmek. Ülkenin içinde sürüklendiği gündemden kurtulup günde yarım saat bile olsa başka konulara odaklanabilmek. Dünyada neler oluyor takip edebilmek.
Şimdi sırada benden bir kaç tavsiye var. Hemen hepsinin yemek ve lezzet üzerine:
İzleyin:
Two Greedy Italian: Pazar sabahları Bloomberg TV’de yayınlanan bu programda insanın kendinden geçmemesi mümkün değil. Ben ilk kez Datça’da tatilin ilk günü odamızın hazır olmasını beklerken Aktur’da lobide denk gelmiştim bu programa. İzlediğim kanalı hatırlamadığım için bir türlü yeniden bulup da izleyememiştim. Bu sabah bir baktım bizim iki İtalyan yine televizyonda. Çok keyifle, geziyor, yiyor ve içiyorlar. Bayılacaksınız.
Spain on the Road Again: Bizim Mart ayında çıkmayı planladığımız bir Güney İspanya seyahati var. Uçak biletlerimizi aldık. Şimdi pasaport-vize gibi olayları halletmemiz gerekiyor. Bu arada ben gitmeden önceki araştırmalara başlamıştım ki karşıma bu TV programı çıktı. Aslında Two Greedy İtalian’ın İspanyol versiyonu olabilecek bir program. Burada da bölge bölge İspanya’yı gezip yemek kültürünü tanıtıyorlar. Tüm bölümlerini YouTube da bulabileceğini gibi benim yaptığım gibi satın alma şansınız da var.
Deneyin:
Bu aralar o kadar çok dışarıda yemek yedik ki pek çok farklı restoran, cafe deneme şansımız olduğu gibi, bir yandan da
Çukur Ciğer: Çukur Ciğer’den daha önce de bahsetmiştim. Ama Edirne ve Arnavut ciğerinin yanında her türlü sakatatı deneyebileceğiniz bir lezzet noktası olduğunu söylemeyi unutmuştum. Cuma akşamı iş çıkışı o kadar bitkin geldim ki eve yemek hazırlamayı bırakın beş karış surat hem de içim gıcık dolu pek bir nemruttum. Kardeşim akşam ciğer yiyelim mi diyince tereddütsüz kabul ettim. Aradık önceden ciğer ızgara siparişi verdik. Adam işten gelince hep beraber Ergenekon Caddesi üzerindeki ciğercinin yolunu tuttuk. Ciğer ızgara gerçekten efsane idi. İddia ediyorum, ciğer sevmeyen birine bile sevdirecek kadar lezizdi. Resimde ciğer ızgara biraz uzakta kalmış ama koç yumurtası ve yürek size göz kırpıyor. Bu ufacık dükkanın sahibi beyle çok uzun uzun sohbet etme şansımız olmadı ancak bizden önce gelenlere 1930’lardan bu yana önce babasının sonra da kendisinin Bomonti’de ciğercilik yaptığını duydum. Yan duvarda asılı duran resimde ellerinde kasap bıçağıyla poz veren üç kişinin en kısa boylusu şimdi ki ciğerci amcanın babasıymış. Bir dahaki sefere içimin gıcık, suratımın asıl olmadığı bir zamanda sohbet etmeliyiz diye düşündüm.
Madam Despina: İşte size Kurtuluş’ta eski bir mekan daha. Madam’ın yeri diye bilen de var. İçeride duvarlarda asılı çerçevelerde eski resimler, tavanlar kartonpiyerlerle süslü. Sanki bir evin salonu gibi. Yaş ortalaması çok değişken. 20- 25 yaş aralığında iş hayatına yeni atılmış ya da hala üniversitede okuyan öğrenciler de var, 50-60 yaş grubu da. İçeride masaları gezen bir de müzik grubu var. Gürültülü bir kalabalığı var Madam Despina’nın o nedenle bağırarak konuşmak zorunda kalabilirsiniz. Biz bu durumdan muzdarip olmamak için kış bahçesinde oturmayı tercih ettik. Meseler sade, hemen her restoranda bulabileceğiniz mezeler ama leziz. Ciğer ve topiklerini sakın kaçırmayın. Fiyat başka semtlerdeki pek çok restorana göre makul. Eh tabi ki salaş da bir yer. Kedisi bol bir mekan. Ancak sanırım garsonlar kedilere epeyce kötü davranıyor ki hayvancağızlar epeyce ürkek. Ancak masanızda ciğer vs. benzerinin kokusunu aldıklarında etrafınıza doluşuveriyorlar. En son gittiğimizde bir tanesi benim uzattığım ciğeri elimden patisiyle kaptı. O yüzden dikkatli olun 🙂
Kaktüs Kahvesi: Özellikle geçen yılın büyük kısmını Cihangir ve çevresinde geçirdiğimiz halde buranın eskisi olan ve pek çok müdavimi bulunan Kaktüs Kahvesini şimdiye kadar keşfedememişiz. Bir Cuma akşamına yine rezervasyonsuz yakalandığımız bir akşam Ferah Feza’yı arayı acaba iki kişilik yeriniz var mı diye sordum. Verdikleri cevap haftasonları rezervasyonlarımız haftaiçi doluyor olunca yine plan yapıp aksiyon almadığımız için ortada kaldık diye düşünürken Minima Kaktüs Kahvesinde akşam yemeği için yer bulduğunu söyledi. Önce sıradan bir kafe diye düşünüp acaba başka nerelere gidebiliriz diye düşünmeye devam ettim ancak sonra açıp da ekşi sözlük yorumlarını okuyunca haydi gidelim dedim. İyi ki gitmişiz. Gerçekten çok şeker, güzel yemekler yapan, havası sımsıcak ve yine kedilerle dolu bir mekanmış Kaktüs Kahvesi. Bir şişe kırmızı şarapla oturduk, önce birer başlangıç sonra da birer ana yemek aldık. Porsiyonları oldukça büyük, lezzetli ve doyurucu. Hiç starter almasanız olur o cinsten. Bu kafenin konseptinde de kedilerin büyük önemi var. Kültablalarından, vazolara ve fincanlara kadar heryerde kediler var. Hepsi Sakar Adam‘ın tasarımıymış. Kediler sadece buradakilerle de sınırlı değil. Kafenin içinde ve dışında anne ve yavru kedileri geziniyor, kıvrılıp uyuyor, miskinlik yapıyorlar. Yani eğer kedilerle aranız iyi değilse sakın Kaktüs’e uğramayın. Öte taraftan, eğer kedi seviyorsanız eminim ki İstanbul’daki favori yerlerinizden biri Kaktüs olacak.
Sekiz İstanbul: Tıpkı geçen haftalarda gittiğimiz Forneria gibi Sekiz İstanbul’da açılalı epeyce oluyor. Forneriadan sonra burayı da görünce bir daha İstanbul’da hiç bir yere ilk açıldığında gitmemek üzere bir karar aldım. Jamie’s Italian hakkında anlatılan hayal kırıklıkları da sanırım bu kararımı perçinledi. İşte o yüzden Eataly’e gitmeyi de sanırım bir kaç ay erteleyeceğim. Bir yer sakinledikten ve kalabalık başka mekanlara göç ettikten sonra alacağınız servisin çok daha iyi olacağını düşünen bir tek ben miyim acaba. Gelelim Sekiz İstanbul’a. Buranın çok sevdiğim yönleri de oldu, abartıldığını düşündğklerim de. Öncelikle dekorasyon, yüksek tavan, ışıklandırma masaların birbirine mesafesi açısından gerçekten de müthiş bir yer. Ferah ferah oturup, etrafınızda dört dönen ama tepenizde beklemeyen garsonları var. Servis gerçekten müthiş. İlk etapta oturduğunuzda masaya getirdikleri iştah açıcı ekmek üzerine sürülebilirezme gerçekten nefis. Biz çerkez ördeği ve pancarlı kuskus istedik başlangıç olarak. Çerkez ördeği güzel olmakla birlikte çok akılda kalıcı bir tat değil bana kalırsa ancak ben pancarlı kuskusu çok beğendim. Ana yemek olarak her birimiz kırmızı et söyledi. Ben et konusunda huysuz olduğum için bonfile istedim. Adam rezeneli kuzu istedi, kardeşim pirzola. Bana sorarsanız en güzeli benim tabağımdı 🙂 Kuzuyla aramın olmadığını böylece anlayablirsiniz. Çok emin olmadıkça kuzu sipariş etmem. En son trabzon hurmalı sorbe istedik. Porsiyonu gerçekten ufak, söylerseniz tadımlık birer kaşık tadabilirsiniz. Sorbeyi kavrularak karamelize edilmiş kırık badem yatağında servis ediyorlar. Bence bu sorbe kuskusla beraber masanın en iyisiydi. Işık yetersiz olduğu için resimler fena kusura bakmayın.
Egg&Burger: Yılbaşından önceki haftasonu alışverişten dönerken acaba hamburger mi yesek diye düşünüp, kendimizi Nişantaşındaki Egg&Burger’a attık. Çok fazla burger insanı olmamakla birlikte iyi yapılmış bir hamburgere özellikle de New York macerasından sonra ben de hayır diyemiyorum. Tam bir Amerikan dinerı olan Egg&Burger’ın şubeleri de mevcut. Kendilerine has Egg&Burger’ın içerisinde yumurta da var, standart hamburger ve cheese burgerin yanında mavi peynirli, mantarlı, baconlı gibi çeşitler de mevcut. Burgerinizi küçük ve regular olmak üzere iki ayrı boyda söyleyebiliyorsunuz. Öte taraftan, baharatlı patates kızartmaları harika bir de egg&burger patates kızartması var ki çok tehlikeli gerçekten. Bildiğiniz cips aslında ama çok daha lezzetlisi. O yüzden eğer canınız arada hamburger çekerse aklınızda olabilecek bir adres burası.
Delicatessen: Mim Kemal Öke caddesinin en popüler ve pahalı mekanı. İçeri girdiğiniz anca sizi sarıp sarmalayan kokular gerçekten çok baştan çıkarıcı. Bence buradaki herşey denenmeli. Sabah kahvaltısında, öğle yemeğinde, akşam yemeğinde ayrı ayrı gelinmeli tadılmalı. Biz bu haftasonu kahvaltıya gittik. Farklı şeyler deneyebilmek için de söylediğimiz tabakları paylaştık. Bir kahvaltı tabağı söyledik. Peynir, söğüs salatalık ve domates tabağı, incir reçeli, petek bal, kaymak ve tereyağından oluşan bir tabak bu. Peynirler birinci sınıf, incir reçeli efsane. Egg benedict’i çok iyi yapıyorlar ancak bizim için günün sürprizi armutlu ve mascarponeli tosttu. Gerçekten muhteşem bir tat. Taze ve ferahlatıcı. Bir tane söyleyip rahatlıkla iki kişi paylaşabilirsiniz.
Cafe Wien: Yılbaşı haftası bir gün Minima ile kendimizi şımartıp, bakımdı, masajdı, alışverişti derken akşamı ettik. Ardından ziller çalan karnımızı doyurmak için dışarıda hızlıca yiyip eve dönelim dedik ama maalesef girdiğimiz her restorandan elimiz boş döndük. İstanbul, yeniyıl ve herkes sokaklarda yiyip, içiyor. Heryer tıklım tıklım. Tam umudu kesmiştik ki Reassürans pasajında bir yer gözümüze çarptı. Cafe Wien. Eh iyi bari burada oturalım dedik, sonrada farkettik ki burası bir schnitzel restoranı. Menüdeki tek yemek schnitzel. Aklımızda hiç schnitzel yokken, aslında dürüst olmak gerekirse 40 yıl da düşünsem büyük ihtimalle ah bir schnitzel olsa da yesem demem zaten! Restorana giriverdik. ymeğin yanına da birer Bomonti birası. Önden bir patates salatası geldi. Kırmızı soğanlı ve bol hardallı ve sirkeli. Mmmmm gerçekten çok güzeldi. Ardından schnitzellerimiz de masayı şenlendirdi. Yemeğin üzerine bir tatlıyı paylaşıp birer de kahve söyledik. Meğer Cafe Wien buraların çok eskisiymiş. Schnitzel’i de ödüllüymüş. Aklınızda olsun bir gün canınız schnitzel çekerse Cafe Wien bir seçenek olabilir. Ancak uyarayım gerçekten pahalı bir yer. Bir porsiyon schnitzel 42 TL. Arada değişiklik yapmak isteyenlere öneririm. Tatlılarını da deneyin. Biz seçtiğimiz tatlıyı çok beğendik. Hatta yanına da bir melange söyleyin. Viyanadaki ile aynı olmasa da yoğun ve akılda kalıcı bir kahve.
İşte bu sorunun cevabı maalesef bende yok. Kaktüs’e gittiğimiz akşam Cihangir’den Karaköy’e doğru inip mekan karıştıralım dedik ve yeni açıldığını duyduğumuz Fosil‘e bakalım dedik. Denize nazır, inanılmaz güzel Haliç manzarası olan bir yer yapmışlar. Ancak yeni açılan her yerde olduğu gibi burası da öyle bir tıklım tıkıştı ki içeride adım atabilene aşk olsun. Yaş ortalaması oldukça genç, müzikler güzel. Kalabalık dağıldıktan sonra yeniden ziyaret etmeye değer. Bir de belki haftaiçi daha erken saatlerde uğramak mantıklı olabilir.
Fosil’de duramayınca aynı akşam Nublu’nun üst katındaki Zelda Zonk‘a gittik. DJ müziğinde sallanmak ve etrafı seyretmek için ideal bir mekan. Ancak Mojitolarını pek başarılı bulmadım. Fosil’e kıyasla daha makul bir kalabalık var ama burası da pek ferah bir yer değil. Yaş grubu daha yüksek ancak pek eğlenen yok.
Sekiz İstanbul’dan çıktığımız akşam Mama Shelter‘a uğradık. Burası gerçekten kocaman, ferah bir yer. Yemekleri nasıldır bilemiyorum ama gelinebilir bence. Biz önceden yemeğimizi yemiş olduğumuz için yine birer mojito söyledik ve benim hayal kırıklığım burada da devam etti. Sanırım artık İstanbul’da mojitoyu martini ile yapıyorlar. Bilen varsa lütfen aydınlatsın beni. Rom yerine martini ile mohito hazırlamak tam bir cinayet. Yine de ben Mama Shelter’a bir şans daha vermek istiyorum. Yemekleri iyi ise bence güzel bir mekan. Sadece barın önündeki tezgah inanılmaz göz alıyor ve yoruyor. O nedenle oradan yansıyan ışığın sizi rahatsız edemeyeceği bir masa seçerseniz sizin için iyi olur.
Bu kadar lezzet üzerinden gidince size iki de yemek tarifi vermek istiyorum. Tarifler bizim yılbaşı soframızdan.
Fırında Meyve:
Arzunuza göre evde kalan, buruşan meyvelerinizi kullanıp değerlendirebileceğiniz bir tatlı tarifi bu. Tercihen, elma, armut, erik ve ayva kullanabilirsiniz. Meyveleri soyup istediğiniz ebatta ve şekilde dilimliyorsunuz ve bir fırın tepsisine diziyorsunuz. Ben altına kağıt serdim. Kullandığım tepsi de evdeki eski mini fırının tepsisiydi. Borcamda da yapabilirsiniz aynını. meyvelerin üzerine iki tatlı kaşığı toz şeker serptim. Üzerine göz kararı tarçın ektim, ve kru üzümleri de meyvelerin aralarına serpiştirdim. Sonra tepsiye yine göz kararı su ilave ettim ve fırına attım. Pişme kıvamına siz karar verin. nar gibi kızarsın bence. Sonra bir başka kaba alıp soğumasına bekledikten sonra buzdolabına kaldırdım. Servis yaparken kaselere koyduğum meyvelerin üzerinde elimle parçaladığım cevizleri ilave ettim. yanına da arzu ettiğim kadar dondurma koydum. Sonuç müthiş. Çok basit, çok sağlıklı ve harika bir tatlı oldu. Evdeki herkesin ve hatta temizlk konusunda bize yardım eden Nilgün Hanımın bile favorisi.
Kestaneli, fıstıklı ve üzümlü iç pilav:
Bir teflon tavada minik minik doğradığınız havuçları kavuruyorsunuz. Havuçlar hallolduktan sonra üzerine bildiğiniz yer fıstığını ve sarı üzüm kurusununu, kestanelerle birlikte ilave ediyorsunuz. Bir süre kavurduğunuz bu malzemeyi bir süre sonra kenara alıp, bu defa normal pilav yapar gibi pirincinizi tencereye alıp kavurmaya devam ediyorsunuz. Pirinç kavrulduktan sonra üzerine malzemeyi ilave ediyor ve sevdiğiniz oranda tarçın, yenibahar ve tuz ekliyorsunuz. Ardından ölçüsüne göre sıcak suyu da ekleyip tencerenin kapağını kapatıp pişmelerini bekliyorsunuz. Sonuç olağanüstü. Etten bile çok rağbet gördü bu pilav.
Yazıyı yazmaya başladığımda İstanbul’daydım. Ama sanırım bu defa lafı o kadar çok uzattım ki şu anda bindiğim uçak Esenboğa’ya inmek üzere. Ankarayı sis basmış göz gözü görmüyor 🙂 Hava bile ortamdan etkileniyor sanki. İnternete ilk bağlandığımda yayında olacak bu yazıyı burada bitiriyorum.
Hepimize bol şanslı, ağrısız, sızısız ve nefis bir hafta diliyorum.
ben su anda Elif Safak “Ustam ve Ben”i okuyorum. Baslarken pek umidim yoktu ama begendim. Ama cips gorunumlu patatesleri daha cok begendim 🙂
Levent Mete / Aşk Hastalığı. Baştan uyarayım çarpıcı ve dağıtıcı bir roman. İyi gelecek yere daha beter dağıtabilir.