Güneşi yakaladığım ender günlerden birinde tarihi yarımadanın yolunu tuttum. Uzun zamandır aklımda olup da bir türlü gidemediğim İstanbul Arkeoloji Müzeleri ilk hedefimdi. Topkapı Sarayının kapısının yan tarafından aşağı doğru yürümeye başladığımda İstanbul’un her mevsimi ne kadar güzel diye düşünmeden edemedim. Özellikle Tarihi Yarımada tarafındaki sokaklarda gezinirken insan buraların tarihten öte yüzyılları aşıp geldiğini daha iyi anlıyor. Telefonumla çektiğim şu aşağıdaki fotoğrafa baktığımda bugün değil de çok eskiden çekilmiş duygusuna kapılıyorum.
Biraz yürüdükten sonra bir arkadaşımla buluşup Müzenin yolunu tuttuk. Süresi dolan müze kartlarımızı yeniledikten sonra önce üç farklı müzeye ev sahipliği yapan bu kompleksin bahçesindeki kafeye oturduk hem biraz sohbet ettik hem de sıcak soğuk ne buldu isek içtik. Bu bahçe o kadar huzurlu bir yer ki sadece müze gezileri için değil ama zaman zaman, özellikle de iyi havalarda gidilip oturulabilecek, kitabınızı okuyabileceğiniz, hatta bilgisayarınızı alıp çalışabileceğiniz bir yer. Topkapı Sarayı ve Ayasofya turist akınlarına uğrarken, onların hemen yanı başındaki bu muhteşem yer nedense asırlar öncesinden kalan heykeller ve mezar taşlarıyla size sonsuz bir sükut vaadediyor.
İlk ziyaret ettiğimiz bina Arkeoloji Müzesi olarak geçen ve 1881 yılında Osman Hamdi Bey tarafından yaptırılan bölüm oluyor. Müzeye girdiğimizde bir sürpriz bizi bekliyor. Meğer bu bölümün nerede ise 2/3’ü restorasyona alınmış! Restorasyon çalışmalarının ne kadar uzun sürdüğü hepimize malum olduğundan içimin sıkılmasına engel olamadım. Kim bilir müzenin geri kalanını ne zaman gezebileceğim diye düşündüm. Müzeye girdikten sonra ise heykellerin büyüsüne kapılmaktan geri kalamadım.
Heykellerin bulunduğu giriş holünden lahitlerin olduğu salona ilerliyoruz. Buradaki İskender lahdi gerçekten olağanüstü.
Bir başka bölümde İstanbul’un fethinden kalan, Bizanslıların Haliçi kapattıkları meşhur zincirlerin parçalarını görüyoruz. Buradan çıktıktan sonra Çinili Köşk ve Şark Eserleri Müzelerini de geziyoruz ancak fotoğraf çekmediğim için size bu iki müzeyi gösteremiyorum. Çinili Köşk Fatih Sultan Mehmet zamanında 1472’de yapılmış!
Müzeden çıktıktan sonra Sirkeciye yöneliyoruz saat 4 civarını gösteriyor. Epey zamandır uğramadığımız Can Oba’ya uğruyoruz. İlk zamanlarından bu yana değişiklik var mı diye bakmak için. Artık Can Oba masalara gelip menüyü kendisi anlatmıyor. Balık çorbası yine menünün baş köşesinde. Bu defa değişiklik olsun diye patates çorbası söylüyorum. Yanına da bir deniz tarağı… Saat akşam yemeğine yaklaştığı ve akşam da bir iş yemeği olduğu için daha fazla bir şey söyleyemiyorum. Patates çorbası ile ilgili en enteresan şey içindeki pastırmaya sarılmış hurma. Gerçekten de çok değişik ve güzel bir tat…
Sonrasında gelen deniz tarağı hem çok lezzetli hem de sunumu bir harika… Ama bu ucuz bir tabak değil.. Hesap geldiğinde görüyoruz ki üç parça deniz tarağı tam 45 TL…
Şubat ayına kadar tüm rezervasyonları dolu imiş. Popülariteleri gün geçtikçe artmaya devam ediyor. Yakın zamanda Sirkeci dışında başka bir yerde görebiliriz kendisini. Öte yandan umarım kendisi ile ilk tanıştığımız gün sahip olduğu amatör ruhunu kaybetmez. Vedat Milör ve Ayşe Arman bu restoranı yazdığından bu yana olabilecekler konusunda endişeliydim ben. Bakalım neler olacak.