Ankara-İstanbul-Paris

31 Ekim akşamı ile başlayan bir haftalık maraton esnasında 3 ayrı şehirde birbirinden çok ayrı geceler geçirdim. Öyle ki sabah uyandığım ortamla akşam günü bitirdiğim ortam arasındaki fark yüzünden ben bile sabahtan akşama kadar kaç gün geçtiğini sayamadım.

İşe Pazar akşamı Trilye ile başladık. İş yemeği olmasından dolayı aldığımız fiks menü yabancı konuklara parmaklarını yalattırırken, yerli misafirlerimizin bir kısmı, lakerda, midye dolma, orkinos carpaccio, söğüş ahtapot, somon füme, midye dolmadan oluşan bol deniz ürünlü başlangıç tabağımızı ve ızgara jumbo karideslerin antenleri ile kalsiyum karbonattan oluşan kabuktan zırhlarını pek beğenmemiş olmalılar ki yemeği yiyemediklerinden şikayet ettiler. Benim için o yemeği beğenmemek ile bana küfür etmek arasında bir fark olmadığından önce epeyce bir bozuldum bu duruma. Sonra ise onlar için üzüldüm… Trilye gerçekten de Ankara’nın medar-ı iftiharı olan bir yer. Her gittiğinizde sizi zevkten deli edecek kadar güzel bir menüye, benim gibi hala sigara içmekte diretenler için bahçede yaratılmış güzel bir ortama sahip. Restoran’da müşteri memnuniyetinin altın kural olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Mutlaka halinizi hatrınızı sormaya uğruyor restoran’ın sahibi Süreyya Bey. Bir önceki Trilye ziyaretimizde restoranın bahçesindeki vişne ağacının vişnelerinden yapılmış bir kavanoz reçel hediye etmişti bizlere. Gece bittiğinde ise kapıya kadar uğurlanıyorsunuz.

Ertesi gün bir dizi toplantının ardından Anıtkabir’e çelenk koyduk. Bu benim için oldukça değişik bir tecrübe idi. Bütün Aslanlı yolu geçip, askerlerin ardından Mozoleye kadar yürüdük.  Bu yürüyüşte protokol görevlisi olarak Anıtkabir komutanının yanında  onun  da yönlendirmesi ile defalarca televizyonda izlediğimiz bu töreni bir kez de biz gerçekleştirmiş olduk. Tören’in ardından aslında daha çok yakın bir zamanda ziyaret ettiğimiz  Kurtuluş Savaşı müzesini bu defa rehber ile gezme şansı bulduk. Üstelik de son derece akıcı İngilizce konuşan bir rehberle. Anıtkabir Komutanlığı Anıtkabiri rehberle gezmek isteyenlere bu hizmeti ücretsiz olarak da sağlıyor.

Son durağımız olan  Anadolu Medeniyetleri müzesinin ardından, bu defa hızla havaalanına doğru yola çıkarak İstanbul’a vardık. Önce misafirlerimizi otellerine bıraktık ardından da kendimiz kendi otelimize geçtik. Akşam saat nerede ise 9’a gelirken bizim de karnımız zil çalıyordu ki, kendimizi otele yakın bir restorana attık.  Pasha Restoran Sultanahmet bölgesindeki fazlası ile turistik restoranlardan sadece biri idi.  İlk olarak ortaya söylediğimiz Yöresel meze tabağı da ardından gelen ana yemekler de fazlası ile vasattı ancak açlık yemeklerin bütün ayıplarını örttü.

Ertesi sabah saat 7.30’da otelimizden ayrılıp, Four Seasons Bosphorus’un yolunu tuttuk.  Daha önceki bir yazımda da bahsettiğim bu otel, bana kalırsa İstanbul’un en güzel oteli. Kahvaltı etme fırsatı bulamadan yola çıktığımız için doğru otelin kahvaltı salonuna  gittik.  Karşımıza öyle devasa bir büfe değil ancak, her bir tabağı özenle, çok kaliteli ürünlerle hazırlanmış bir açık büfe çıktı.

Croissantlar ve pain au chocolatların yanında tabağıma aldığım incir reçeli ve kaymak beni gerçekten kendimden geçirdi. Hele de ışıl ışıl güneşli bir günde, boğazın masmavi sularına bakarken böyle mükellef bir sofrada oturmak bizi cidden de çok mutlu etti.

Öğlene kadar süren toplantıların ardından, bu defa önce Sabancı Center’ın 33. katında, nefis bir yemek, ardından bir de boğaz turu yaptık. Şimdi böyle anlatınca sanki bütün hayatım sefahat ve seyahat içerisinde geçiyormuş gibi görünüyor farkındayım, ancak işin aslı burada olayın sadece güzel yönlerini anlatıp, ne yorucu, stresli ve aslında bir yandan da moral bozucu bir süreç geçirdiğimizi es geçtiğimdir.

Boğaz turunun ardından bu defa benim için ikinci maraton başladı. Acele tarafından havaalanına yola çıkıp, THY uçağı ile gece yarısına yakın bir saatte Paris’e indim. Yolda bir yandan ertesi gün yapacağım sunuşu hazırlamakla uğraştım bir yandan da yoruldukça uyukladım. Otele gelip yattığımda artık vücudumda enerji namına bir şey kalmadığını gördüm. Ertesi sabahı düşünerek, olabildiğince çabuk uyudum.

Toplantı nefis geçti. Sunuşum çok beğenildi ve ardından akşam yemeği için 2 Parisli arkadaş ile sözleşildi. Maalesef adını hatırlayamadığım tipik mi tipik bir  güzel bir Fransız restoranında günün mönüsü tercih edilerek, tadı yine damağımızda kalan bir yemek yendi.

Ardından ise, ertesi sabah saat 11.30 uçağı ile yani Paris’e ayak bastıktan tam 36 saat sonra  Türkiye’ye dönmemiz gerektiğinden dolayı yapılabilecek en turistik şeyi yapıp Trocadero’daki Café de l’Homme’a gittik.

Bu defa nefis bir Paris akşamında Eiffel Kulesinin ışıltılarına bakarak, nefis bir sohbet eşliğinde kahvelerimizi içtik.  Bu defa Paris benim gibi bir Londra aşığını bile derinden etkiledi… Hatta dönerken Paris’te iş bulsam orada yaşasam fikrini de epeyce benimsedim.  Dönüşte insanın gerçekten de kuş misali her gün bir başka kentte uyanabildiğini düşünüp, bu tempodan hoşlanıp hoşlanmadığımı sordum kendime. Evet… her sabah başka bir kentte uyanmak cidden de hoş bir duygu… O zaman bu yıldan bol bol SEYAHAT diliyorum ben…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s