Lübnan yazı dizisi yapacağım derken yine araya epey zaman girmiş. Arayı daha fazla soğutursam unutup gideceğim detayları korkusu sardı beni. Hava dışarıda nefis ama benim dışarı çıkasım yok bugün. O zaman blog vakti. Turun ikinci günü programda Jeita Grotto, Hariss ve Byblos vardı.
İlk Jeita’ya gidiyoruz. Yemyeşil bir vadinin ortasından kıvrıla kıvrıla giden yollardan geçiyoruz. Bir kez daha Lübnan’nı neden bu kadar yeşil hayal edemediğimi düşünüyorum. Sanırım kafamda tüm Arap ülkelerinin çöl olduğu gibi bir ön yargı varmış.
Jeita Grotto dünyada eşine zor rastlanan türde mağaralardan biri. 1836’da Amerikalı bir misyoner tarafından keşfedilmiş. Sarkıt ve dikitlerle süslü bu damlataş mağarası iki galeriden oluşuyor. Bizim her ikisini de görme şansımız oldu. Alt galeride mağaranın içerisinde kayık benzeri tekneyle gezerken kendimi Indiana Jones film setinde hissettim 🙂 İçeride resim çekmek yasak. Yapılan uyarılara karşın turdaki kimi aklı evvellerin fotoğraf çekmeye çalışmaları kayıkçıların uyarısı ile sonuçlandı. Yukarı galeride tepelere çıkıldıkça nefes almak zorlaşıyor. İçeride inanılmaz nem var. Ancak aşağı galeride gezinti cidden çok keyifli. Benim açımdan bu seyahatin en etkileyici yeri olmasa da meraklıları açısından görmeye değer. Resimlerini görmek isterseniz buraya bir tık.
Jeita’dan ayrılıp Harissa’ya doğru yola çıktık. Burası Beyrut’u tepeden kuşbakışı görebileceğiniz bir tepe. Otobüsle çıkıp, teleferikle inebiliyorsunuz, ya da tam tersi. Teleferik yolculuğu epeyce eğlenceli 🙂 Meryem’in heykeli ne kadar da heybetli, manzara buradan ne kadar da güzel değil mi?
Biz buradan teleferikle indik. Ufacık kapsüllerin içerisinde denize doğru süzüle süzüle, biraz da acaba başımıza bir şey gelmeden tek parça halinde buraya iner miyiz korkusuyla 🙂 Bundan sonraki durağımız öğle yemeği. Byblos’a yakın deniz kenarında bir restorana gidiyoruz.
Humus ve tabule her soframızı şenlendiriyor. Ancak şu sol üst köşede gördüğünüz meze gerçekten de dillere destan bir şey. Adını öğrenemedik ama işte tarifi aşağıda.
Balıklı, tahinli meze: Evde kalan balıkları değerlendirmek için yapılan bir mezeymiş bu meze. Bence rakının yanında şahabe gidecek bir lezzet. Soğanları piyazlık doğrayıp kavuruyoruz. Ardından balıkları didikleyip kavurulmuş soğanlara ekliyoruz. Üzerine tahin ve tahini inceltmek için limon suyu ekliyoruz. En son zeytinyağında hafifçe kavurduğumuz dolmalık fıstıkları üzerine ekliyoruz. Yum yum yum.
Yemek bitince bu defa Byblos’un içine giriyoruz. Bir sahil kasabası, taş evler, yollar ve kemerlerle dolu. Haçlılardan kalma bir kale var. O kadar çok medeniyet gelip geçmiş ki her biri bir öncekini biraz yıkmış, sonra ondan kalanlarla yeni bir şehir kurmuş buraya. Byblos’un ismi papirüs’ten geliyor. Papirüs ticareti ile ünlüymüş bir zamanlar ve dünyanın en eski kesintisiz yerleşim yerlerinden biriymiş. Şehrin Pazar yerine sütunlarla çevrili Roma yolundan geçerek varıyrsunuz Sonrasında Souk denilen bir pazar yeri var. Cafeler, baharatçılar, hediyelk eşya satanlar, hatta balık fosilinin kopyalarını satanların hepsi burada.
Bu gezintinin ardından biraz soluklanmak üzere pazardaki cafelerden birine oturuyoruz. Birer Almaza söylüyoruz. Almaza Lübnan’ın yerl birası. Bana sorarsanız nefis bir bira. Hem içimi kolay hem leziz. Kirphi şişenin arkasındaki etiketi gösteriyor. Mesaj güzel. Cheers to y’all 🙂
Byblos gerçekten de çok güzel bir şehir. Çok iyi korunmuş. Gitmişken oralara mutlaka görmeli.