Brüksel Gezi Notları 5: Grand Sablon’dan Grand Place’a Brüksel Lezzetleri

Birlikte Brüksel’i gezmeye devam ediyoruz. Magritte müzesinden çıktık, eh sabahtan beri bu kadar yürümek beni de epey acıktırdı, ancak yemek için aklımdaki restoran Grand Place’a yakın. O yüzden ha gayret diyerek bekliyorum ve çantamızdaki Exki’den aldığım nefis sandviçi uygun bir aralıkta mideye indirmenin rahatlığı ile yola devam ediyorum.

Exki bana Brüksel’in en güzel hediyelerinden biri. Hani Londra’da Pret a Manger vardır. Birbirinden nefis hazır sandviçler satar. Taze sıkılmış meyve suları ve çeşit çeşit tatlılar da size göz kırpar. İçerisi aynı zamanda mis gibi kahve kokar. İşte Exki’ye girdiğinizde karşılaştığınız manzara da bunun aynı. Özellikle sabahları ve öğlenleri kasada kuyruk olur. Biraz geç kalsanız en favori sandviçinizi bulmanız hayal olur. Brüksel’in çalışan nüfusunun büyük kısmını besleyen bir işletmedir. Sabahları kruvasanlarına, çikolatalı ekmeklerine doyamazsınız.  Öğlenleri çeşit çeşit sandviçlerine.  Benim favorilerim John ve Louise oldu bu defa. Belki de Brüksel’de kaldığım zamanları yad etmek için nedense öğle yemekleri için Exki’den başka yere gitmek istemedim. Bir şehri tanımak, içinde yaşamak, oradaki yerleşik nüfus gibi davranmak benim hep çok hoşuma gitmiştir. Sanırım bu yüzüme ve hareketlerime de yansıyor ki, gittiğim yabancı ülkelerde bana yol soran çok olur. Oranın yerlisiyim ya! Üç günlüğüne bile olsa! 🙂

Mideye hapur hupur indirdiğim leziz sandviçleri size de göstermek isterdim ancak resim çekmek aklıma gelene kadar hepsini mideme indirmişim.  Ancak size tatlıları sakladım. Buyrun işte birbirinden leziz tartlar.  Bu nefis şeylerin içindeki tereyağı kokusu başınızı döndürmeye kafi.

Neyse  gezmeye kaldığımız yerden devam edelim. Müzeden çıktıktan sonra Güzel Sanatlar müzesinin önünden yürümeye devam ediyoruz. Bu sırada, Müzenin yan tarafındaki heykelli bahçeye bakmayı da ihmal etmiyoruz. Aşağıda gördüğünüz heykeller sanatın her bir dalını sembolize ediyorlar.

Ardından sağa Grand Sablon’a dönüveriyoruz. Grand Sablon bir meydan. Etrafında caféler, şık restoranlar bulunan güzel bir meydan. Godiva ve Pierre Marcolini de burada.  Meydanın bir köşesinde güzel bir kilise var.

Çikolata için yanıp tutuşurken biraz daha sabırlı olmaya karar verip bundan 5 yıl önce keşfettiğim ve sadece bir kere beyaz çay aldığım bir çay cennetine ikinci kez giriyorum: Univers du ThéCam kavanozları açıp tek tek koklamaya başlıyorum çayları, dene dene bitmez çünkü envai çeşit çay var bu dükkanda. Sonunda içinde  tarçın ve pek çok farklı baharat olan, üzerine az miktarda süt ekleyip balla tatlandırarak içilen nefis bir çay alıyorum. 

Dükkanın Türk olan sahibi ile kısa bir sohbetten sonra bu defa rotamı Pierre Marcolini’ye çeviriyorum. Pierre marcolini benim için bir nevi ibadethane gibi. İçerisi sade ve şık. Ancak biraz da gerici bir ortam var. Bu dükkanda çikolataya pırlanta muamelesi yapılıyor bana kalırsa!

Ben dükkandaki hemen hemen her çikolatanın tadına baktıktan sonra, çikolatalı bir kek alıp, onu Türkiye’ye kadar taşımayı da göze aldım. İyi ki almışım!. Yine gideyim yine alırım. Ağzınıza attığınız ilk lokmada sizi kendinizden geçirecek bir lezzet bu gerçekten de.

Bu nefis ve leziz dükkandan çıktıktan sonra yeniden Grand Place tarafına doğru yol alıyorum. Akşam üzeri olmak üzere ve gerçekten de Grand Place meydanındaki publardan birinde oturup güzel bir kadeh bira içmek için güzel bir zaman. Sabırsızlanarak adımlarımı sıklaştırıyorum. Yorgunum ancak mutluyum. Eskileri yad etmekten, şansıma pırıl pırıl parlayan gökyüzünden, kısa süre de olsa kendime vakit ayırabilmekten, sevdiğim şehrin sokaklarından yürümekten, fotoğraf çekmekten. Mutluyum işte basitçe.

Yolda dönerken, Mont des Arts’a çıkan yoldaki saati görüyorum. Bir resim de burada çekiyorum. Bu saatin üzerindekiler tarihi karakterlerdi diye hatırlıyorum ancak kim kimdir çok da bilemiyorum.

Grand Place’a geldiğimde farkediyorum ki benim düşündüğümü düşünen turistler çoktan oturmayı hayal ettiğim masalara oturmuşlar. Meydanı göremedikten sonra içeride karanlık bir yerde tıkış tıkış oturmanın manası olmadığı için Place d’Espagne’da yine gayet şık  ve klasik tarzda döşenmiş bir pub’a oturuyorum. Amaç doymak değil, bir bira içip ufak tefek bir şey atıştırmak.

Daha önce de bahsetmiştim. Brüksel bir bira cenneti. Benim favori biralarım hafif içim için  Leffe Blonde ve Hoegaarden, daha oturaklı biralar için ise Duvel (%8 alkol)  ve Chimay’dir (%9 alkol). Biraların içerisindeki alkol oranının %12’ye kadar çıkabildiğini gördüm. Yani içerken dikkatli olmaklta fayda var. Bir de Belçikalıların Kriek denilen meyveli biraları da vardır ki bunlar pek benim tarzım değildir. Zira tatlı içki sevmem. Bu noktada her biranın kendi bardağı ile servis edildiğini, en egzantrik bira bardağının ise Kwak bardağı olduğunu söyleyebiliriz. Bana sorarsanız Kwak bardağının görüntüsü deney tüpünü andırıyor.

Güzel bir Leffe yanına da bir güzel peynir pane söylüyorum. Bir yandan etrafı izliyor, bir yandan da elimde harita ertesi gün ne yapsam diye düşünüyorum. Keyfime diyecek yok! Yorgunluğum yavaş yavaş silinirken ben kafamda önce otele dönüp bir duş yapıp sonra da akşam yemeği için çıkmayı kuruyorum.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s