Budapeşte’yi gezmeye başladık. Üç günlük Legenda City Pass‘imizi kaldığımız otel olan Novotel Centrum’un resepsiyonundan temin ederek, cebimize koyduk ve metroya atladık. Metro istasyonu yaklaşık 50 metre ileride. Şehir içi ulaşım haritasından öğrendiğimize göre üç ayrı metro hattı var. Aslında normalde yürüyerek dolaşmayı tercih edebilecekken, vakit darlığını göz önünde tutarak, mümkün olduğunca çok yer görebilmek maksadıyla metroyu tercih ediyoruz.
Metro merdivenlerinden aşağıya indiğimizde, turnike girişi yerine dört Macar kontrol memurunun dikildiğini görüyoruz. Pek güler yüzlü değiller. Kartlarımızı kendilerine gösterip metronun derinliklerine doğru yol alıyoruz. Bu sahne indiğimiz her metro istasyonunda yaşanıyor. Turnike koymak yerine dört kişiyi gece gündüz metro girişlerine dikmenin mantığını anlayamamakla birlikte her halde ülkede işsizlik çok yüksek oranlarda seyrediyor diye yorum yapmaktan kendimizi alamıyoruz. Bu arada üç tane metro hattı var ve bu hatların hepsi Deak ter’de kesişiyor. Eski şehrin etrafını turlayan tramvay hattı, İkarus marka otobüsler ve bizim dolmuşun biraz büyüğü olan midibüsler şehri gezebilmeniz için sizleri bekliyor.
İlk durağımız Budapeşte’ye gelen hemen herkesin yaptığı gibi Buda tarafına geçip kale civarını görmek. Blaha Lujza ter istasyonunda bindiğimiz metrodan Deak Ter’de iniyoruz. Buradan Kale çevresini dolaşan 16 No’lu otobüse biniyoruz. Ancak köprüyü yürüyerek geçme sevdası ile Tunanın Peşte tarafından otobüsten atlıyoruz. Gökyüzü masmavi, güneş tepemizde ancak feci rüzgar var. Peki Tunanın güneş altında parıldayan sularına bakarak karşıya geçmek varken kim takar lodosu, poyrazı? En azından biz takmadık.
Peşte’den Buda…
Asma Köprü Budapeşte…
Asma Köprüden Buda…
Asma Köprüden Peşte…
Asma Köprüden Tuna…
Köprüyü geçtikten sonra arkamıza dönüp, köprü ayaklarındaki aslanlara bakmayı ihmal etmiyoruz.
Kale bölgesine çıkmanın en güzel yolu, hemen köprünün bittiği meydanın karşısındaki füniküleri ya da Macarca ismi ile Siklo’yu kullanmak. Füniküler tepeye ulaştığında Asma Köprü ile birlikte Gresham Sarayının bütün ihtişamı ile ayaklarınızın altında uzandığını görüyorsunuz.
Arkamızı döndüğümüzde ise Kraliyet Sarayının giriş kapısı ile karşılaşıyoruz.
Sarayın 1903 yılında yapılan bu süslemeli girişinde macarları Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya getiren Turul Kuşunu da görüyoruz. Turul kuşunun ayrıca sarayı koruduğuna inanılıyor. Kraliyet Sarayı ise ilk olarak 15. yüzyılda gotik tarzda yapılmış, 1458’de Kral Matyas tarafından Rönesans üslubunda yenilenmiş. Tarih boyunca defalarca ytıkılan saray en son 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı esnasında tahrip edildikten sonra 1905 yılındaki tasarımına göre yeniden yapılmış. Tıpkı Viyana gibi Budapeşteyi de Osmanlı hakimiyetinden kurtaran Prens Eugene’nin heykeli Sarayın avlusunda yer alıyor.
Sarayın kuzeybatı avlusunda Matyas Çeşmesi…
Sarayın yan avlularından birine açılan Aslan Kapısı…
Bu avlunun diğer ucundaki Budapeşte Tarih Müzesini düz geçerek kapıdan çıkınca Sarayın güneydeki en uç noktasına kadar gelmiş oluyoruz.
Tahmin edebileceğiniz üzere, vakit darlığı nedeniyle Sarayın farklı bölümlerinde faaliyet gösteren Macar Ulusal galerisi ve Budapeşte Tarih Müzesini gezemedim. Burada Saray turumuz bitti ve geri dönerek bu defa Kalenin kuzeyine doğru yürümeye başladık. Geri dönerken Saraya bu defa arka tarafından bakmayı da ihmal etmedik.
Turul kuşunu bu defa süslü bir demir kapı üzerinde görüyorum ve resmini çekmekten kendimi alamıyorum.
Budapeşte’de bahar kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Ağaçların yeşili o kadar canlı o kadar parlak ki…
Yol üzerinde tepesinde bir çeşme….
Kuzeye doğru yürüyünce yol bizi Matyas Kilisesine getiriyor. Rengarenk çatısı ve gotik mimari üslubu ile masmavi gökyüzünün altında gerçekten de göz kamaştırıcı duruyor. Esasen 13. yüzyılda yapılan kilise Kral Matyas zamanında genişletilmiş. Osmanlılar Budin’i ele geçirdiklerinde bu kiliseyi büyük camiye dönüştürmüşler ve kilisenin orijinal detaylarının önemli bölümü bu dönemde kaybolmuş. Habsburglar Buda’yı aldıklarında kilise büyük tahribata uğramış ve en son 1873-96 tarihleri arasında Frigyes Schulek tarafından restore edilerek bugünkü haline kavıuşturulmuş.
Kilisenin önündeki meydanda bir de sütun var ki 1713’te bir veba salgını sona erdikten sonra dikilmiş.
Ve Macarların Hıristiyan olmasını sağlayan Aziz Istvan heykeli Matyas Kilisesi ve Balıkçılar Tabyası arasında duruyor.
Balıkçılar Tabyası tıpkı Matyas Kilisesi gibi Frigyes Schulek tarafından Neo Romanest tarzda yapılmış. 1895 yılında Balıkçı loncası için yapılan Tabyadan hem Tuna’nın hem de Peştenin nefis manzarasını izleyebiliyoruz. Sadece estetik amaçlarla yapılan Balıkçılar Tabyası bugün turistlerin resim çekebilecekleri, soluklanıp bir şeyler içebilecekleri terasıyla gerçekten çok keyifli ve hatta büyüleyici bir mekan.
Balıkçılar Tabyasından Parlamento’nun görüntüsü ile bu yazıyı noktalıyorum. Bir dahaki yazıya Peşte yakasından Parlamentodan devam edeceğim. Ben Buda’nın ancak bu kadarlık kısmını görebildim ancak Gellert Tepesi, Taban ve Nehrin kuzeyinde kalan Gül Baba Türbesini de görmek isterdim. Göremediklerim bu şehre bir kez daha gelebilmek için yeterli bir gerekçe. Vaktim olsa o Balıkçılar burcunun terasında oturup bir kadeh bir şey içerdim. Kısmet bu sefere değilmiş. O zaman başka sefere umarım.
Budapeşte’yi özlediğimi bir kez daha anladım okurken yazınızı ve fotoğraflara bakarken 🙂
Birkaç not da benden olsun: Öncelikle metrodaki kontroller’lar. Aslında sürekli durmuyorlar girişlerde, sanırım size hep denk gelmiş. Asıl ana işleri, metro ve otobüslere anında dalıp, bilet kontrolü yapmak ve ceza kesmek. Hal böyle olunca, Budapeşte halkının en fazla korktuğu ve kaçtığı meslek grubu olup çıkıyorlar. Böyle bir durumda ben de bilet kontrolü yapan biri olsam benim de yüzüm asık olurdu sanırım 🙂 Bu işle uğraşanlar üzerine yapılmış güzel bir Macar filmi var. İsmi “Kontroll”. İzlemenizi tavsiye ederim. Bu meslek grubuna ait olan o alt kültürü esprili bir şekilde anlatıyor. http://www.imdb.com/title/tt0373981/
Sonra bu aslanlı köprü.. Rivayet odur ki, zamanında bu köprüyü yapan mimar o kadar iddialıymış ki, bir hata bulursanız eğer kendimi Tuna’ya atacağım der. Köprü biter, herkes çok beğenir ama aslanların dili yoktur. Halkın kendisiyle dalga geçmesine dayanamayan mimar da, kendini Tuna’ya atıverir.
Sonuncusu aslında bir soru: Sokaklardaki ıhlamur kokusunu aldınız mı? Tüm sokakları ıhlamur ağaçlarıyla dolduran bir şehir başlı başına koca bir artıyı hak ediyor bence..
Merhaba Erdem,
Demek kontrolörler normalde her durakta durmuyorlar. Bizim orada geçirdiğimiz 4 gün boyunca istisnasız her durakta bu kontrolörler vardı ve gerçekten korkutuculardı 🙂 Aslanlı köprünün mimarı ile ilgili hikayeyi bende okuduğum kitaplardan birinden hatırlıyorum ama yazmayı unutmuşum o yüzden katkı için çok teşekkürler.
Ihlamur ağaçlarına gelince, evet dediğin gibi bütün şehir ıhlamur kokuyor, gelecek yazılarda değineceğim üzere şehrin geniş meydanları, parkları ve caddelerine bayıldım ben. Açan çiçekler ve mis gibi ıhlamur kokuları da cabası olmuş 🙂
cok canim cektiiiii
En kısa zamanda yapılacaklar listesine ekleyip Budapeşte görülmeli 🙂