Haftasonları yıllardır geç kalkan bir gece kuşu olarak son zamanlarda verdiğim bir karar var: Haftasonları daha erken kalkmalı!!! Neden derseniz hepi topu iki tatil günümüz var zaten öğlene kadar yatınca günün beti berketi kalmıyor ondan.
Mesela erkan kalktığınız bir yaz sabahı Tarihi Yarımadanın büyüsüyle dolu bir gün geçirmek istemez misiniz? Sabah hava çok da ısınmadan hızlı bir duşla kendinizi dışarı atarsanız eğer, Sultanahmette çay-simitle kahvaltı yapabilme keyfine kavuşursunuz. Üstelik henüz ortalıkta kimsecikler de yoktur. Hem hızlı yoldan yarımadayı dolaşmaya başlarsınız, hem de rahat rahat fotoğraf çekersiniz. Önceden bir müze kart da alırsanız bu müthiş geziyi epeyce ucuza getirebilirsiniz.
Biz geçen haftasonu yukarıda dediklerimin hepsini yaptık. Tramvayla Sultanahmet’e gelip, müze kartımızı Aya Sofya’dan aldık ve içeri daldık. Aya Sofya’nın 532-537 yılları arasında 10.000 işçi ve 100 usta tarafından yapıldığını biliyor muydunuz? Fatih İstanbul’u fethedene kadar Rum Ortodoks Patrikhanesi buradaymış. Fatih ilk iş burayı camiye dönüştürmüş. 1935 senesinde Atatürk tarafından müzeye çevirmiş. Tahmin edebileceğiniz üzere içeride Türkten çok yabancı turist var.
Aya Sofya İmparator Jüstinyen’in o dönemde dünyanın en büyük tapınağı olan Süleyman Tapınağı’ndan daha büyük bir tapınak yaptırmak hevesiyle inşasına giriştiği bir projeymiş. Bittiğinde “Ey Süleyman seni aştım.” dediği rivayet ediliyor.
Aya Sofya’dan sonraki durağımız Topkapı Sarayı oldu. Solumuzdaki Aya İrini’ye bakıp ne zaman burada bir konser izleyebileceğim diye iç çekiyorum.
Has oda, hazine odası, kutsal emanetler, Bağdat köşkü derken hepsini birden gezemesek de Sarayın epeyce bir kısmını gördük. Adam bana bütün hazine odasını satın alacağına söz verdi. Kaşıkçı Elması sana feda olsun dedi. Altın beşikler, sedefli, değerli taş işlemeli 24 ayar altından yapılma tahtlar, bir türlü nasıl giyilebildiğini anlayamadığımız kocaman kaftanlar ve şalvarlar gördük. Çinilere bayıldık…
Saray Burnundan Boğaz manzarasını görünce eh ev dediğin böyle olur dedik!
Silah seksiyonunu arada atlamış olmalıyız ki göremeden çıktık. Bir de itiraf edeyim şimdiye kadar harem bölümünü hiç gezemedim. Neden bilmem ekstra para vermekten her defasında imtina ediyorum. Belki bir dahaki sefere girerim.
Bu kadar gezintinin ardından karnınız acıkır ve ayaklarınızı dinlendirmek isterseniz iki şansınız var. Ya Topkapının içindeki Konyalı Restorana gideceksiniz ya da Saray’dan ayrılıp Sultanahmet’in binbir restoranından birine dalacaksınız. Biz ikisini de yaptık. Konyalı nefis bir manzaraya sahip ancak bence aldıkları fiyatla verdikleri yemeğin lezzeti orantılı değil ama servis 10 numara. Gerçekten çok çok iyi.
Geçen haftasonu Konyalı’ya gitmek yerine Sultanahmet’teki klasik turistik lokantalardan birine gittik: Altın Kupa. Ben bir Hürrem kebabı söyledim, Adam güveçte patlıcan musakka. Benim yemeğim fena değildi ama Adam’ın musakkası bir koca ekmek yediren cisntendi.
Aslında Sultanahmet civarında çok güzel olduğunu tahmin ettiğim ama maalesef benim de hiç gitmediğim iki restoran daha var. Biri Matbah diğeri Can Oba. Bu ikisini de önümüzdeki günlerde ziyaret etmeyi en içten duygularımla arzuluyorum.
Burada karnımız doyunca bu defa hemen yanıbaşındaki Yerebatan Sarnıcına giriverdik. Burada Müze Kart geçmiyor. Giriş yabancılar için 10 TL bize 5 TL. Sanırım ayıp olmasın diye yazmamışlar tarife listesine. Merdivenlerden iniyoruz ve dünyanın en romantik su deposu karşımızda. Aynalı sazanlar yüzüyor suyun içinde. Bazıları o kadar büyümüş ki inanamıyoruz gözlerimize. Yine bir rivayete göre Bizans döneminde bu su deposunun üstünde yaşayan bir adam bir gün depoya bir kaç balık atmış, daha sonra büyüyüp çoğalan bu balıklarla da kendine ziyafetler çekmiş.
Yerebatan Sarnıcı tam 80.000 metreküp su kapasitesine sahip bir sarnıçmış. Sarnıcın suyu o zamanlarda Belgrad Ormanından kemer ve tünellerle getiriliyormuş. 6. yüzyılda öncelikle sarayın ihtiyaçlarını karşılamak için Jüstinyen tarafından yaprırılmış. Özellikle kuşatma tehlikesi altında su ihtiyacının karşılanmasına yönelik bir önlemmiş. Sonrasında Osmanlılar akan su dışında su içmekten hoşlanmadığı için buradaki suyu bahçe sulamakta kullanmışlar. Sarnıcın dibine doğru yürüyünce karşımıza Medusa’nın meşhur taşa dönmüş kafası çıkıyor.
İçeride bir kafeterya var. Biz daha sofradan yeni kalktığımız için oturmadık yine de dileyenler için farklı bir seçenek olabilir.
Sarnıçtan çıktıktan sonra biz biraz da Gülhane Parkında yürüdük…. Oturduk banklarda etrafı izledik… Kafamızı kaldırıp çınar ağaçlarını seyrettik..
Çıktık bu defa istikameti Büyük Postaneye çevirdik…. Ara sokaklardan süzülerek ilerledik…
Aşınmış, mermer merdivenlerine oturduk… Bir sigara tellendirdik….
Bundan sonra yukarıdaki gördüğünüz istikamette devam ederek Mısır çarşısını bir dolaşıp çıktık. Nedense bana Mısır Çarşısı ve Kapalıçarşı müze gibi gezilecek ama alışveriş yapılmayacak yerler gibi gelir. Bu defa da öyle geldi. Cidden bir dolaşıp çıktık. Ardından bindik bir vapura manzaranın tadını çıkara çıkara vardık Haydarpaşa’ya…
Bu seri devam edecek. Bu defa Avrupa yakasının biraz daha kuzey kesimlerini anlatacağım size…. Bu arada haftanın ilk gününü atlattık bile. Darısı diğer dört günün başına 🙂
[…] Daha fazla Öneri için (bir) (iki) (üç) […]