Bu yaz tatil yapamadım diye içten içe sıkılıp dururken belki de yılın son tatil fırsatını yakalayıp Kıbrıs’a kaçıverdik Adam’la birlikte. O kadar kısa bir zaman içerisinde ve o kadar da emin olamadan ayarladık ki herşeyi kafamda çok da fazla bir şeyi büyütmeden uçağa biniverdik. Atatürk Havalimanından kalkan uçağımız bir saat 20 dakika sonra Lefkoşa’ya inmişti bile. Kıbrıs’ın tek havalimanı Ercan Lefkoşa’da. Burada internet üzerinden ayarladığım taksi şoförü ile buluşarak otelimizin bulunduğu Gazimağusa’ya doğru yola çıktık.
Şimdi burada kısaca Kıbrıs’a giriş mahiyetinde bir kaç bilgi vermenin tam zamanı aslında. Trafik İngiltere’deki gibi sağdan akıyor. Kullandıkları prizler üç dişli İngiliz prizlerinden. Kıbrıs’ta tek bir şehire ya da otele tıkılıp kalmak istemiyorsanız üç seçeneğiniz var: (1) araba kiralamak, (2) taksi kullanmak, (3) toplu taşıma. Biz her yere taksi ile gittik. Her defasında enteresan taksi şoförleri ile tanıştık. Kesinlikle adayı gezmenin en pahalı yolu ama bir yandan da en konforlusu olduğu kesin. Hemen hemen her yöne taksi fiyatları sabit gibi. Ancak yine de uzun mesafelerde pazarlık etmek mantıklı. Karşılaştığımız şoförlerin büyük bölümü Türkiye’li Kıbrıslılardı. Aralarından sadece biri Kıbrıs’ın yerlisi çıktı. Türkiye’li şoförlerin çoğu Kıbrıslı Türklerin Türkiyeli Türkleri sevmediğinden bahsediyor. Bu bizim Türkiye’de de hep duyduğumuz bir şeydi o yüzden çok şaşırmadık.
Bizim taksici arkadaşların anlattıklarına göre, Kıbrıs Cumhuriyeti doğum kağıdına sahip olanlar Güneye geçebiliyorlarmış. Kıbrıs vatandaşlığını aldıkları halde Türkiye’den göçenler ise geçemiyorlarmış. Kıbrısın yerli halkının çoğu adadaki garantör devletlerden biri olan İngiliz vatandaşlığını almış o nedenle özellikle gençler birer birer İngiltere’ye göç ediyormuş. KKTC’nin şu anki nüfusu 300 bin kişi imiş. Buna Kuzey Kıbrıs üniversitelerinde okuyan 80 bin öğrenci ve emekliliklerini bu sıcak ve sakin adada geçirmek isteyen İngilizleri de ekleyince sayı 500 bine yaklaşıyormuş. Öğrenciler demişken bir de enteresan olayı anlatmadan geçmek istemiyorum. Malum her yerden Ebola virüsü vakaları hakkında bir sürü haber duyuyoruz. İstanbul’da uçağı beklerken Kıbrıs uçağında epeyce yabancı olduğunu farkettik, sırada beklerken önümdeki yolcuların elinde Kongo pasaportunu görünce biraz gerilmedim değil. Uçak inene kadar bu kadar çok Afrikalının Kıbrıs’ta ne aradığını düşündük ve bir cevap bulamadık. Meğer Kıbrıs’taki üniversitelerde okuyan yabancı öğrencilermiş bunlar.
Gelelim şehir ve otel seçimine. İlk hedefimiz Akdeniz sloganı ile yola çıktığımız en büyük dileğimiz denize girebilmekti. Dar zamanda yaptığımız araştırmadan sonra farkettik ki denize girilebilecek en güzel plajlar Mağusa’da. Burada bir parantez daha açıp bizim Gazimagosa diye bildiğimiz şehrin adının Gazimağusa olduğunu da hatırlatmakta fayda olabilir. Ben gidene kadar Lefkoşa’yı Lefkoşe, Mağusa’yı da Magosa diye biliyordum. İlk anda dilinize biraz garip gelse de bir süre sonra alışıyorsunuz. Biz otele vardığımızda akşam saat 4’e geliyordu ki eşyalarımızı odamıza bıraktıktan sonra, güneş sırtımızı ısıtarak batarken masmavi denize bakıp birer içki içmenin tadına gerçekten de doyum olmadı. O saatlerde herkes yavaş yavaş denizden çıkıp dinlenmek üzere odalarına çekilirken biz ne iyi ettik de buraya geldik diye minnet duyarak sahilde oturmaya devam ettik.
Kaldığımız otel Arkın Palm Beach Hotel. Tam kapalı Maraş bölgesinin yanıbaşında. Kafanızı çevirince 1974 harekatı ile bombalanan otelleri ve ünlü Maraş bölgesinin hayalet şehrini görebiliyorsunuz. Bana nedense bu manzaralar bir parça Beyrut’u hatırlattı. Hemen yasak bölgenin başlangıcında yer alan otellerden birinin bombalandığı ve bu nedenle yarısının yok olduğu söyleniyor. Bombalanma sebebi ise Türkiye’nin müdahalesi öncesinde bu otele yerleştirilen ağır ateşli silahlarla Türk tarafına sürekli şekilde ateş açılması imiş. Ateş açılan mevziler tespit edilince otelin tepesine Türk savaş uçakları bombayı bırakıvermiş.
Maraş bölgesi Kıbrıs’ın en spekülatif meselelerinden biri. Burası ile ilgili öyle şeyler dinledik ki bir kısmına inanılır mı bilmiyorum. 1974’de burada yer alan 42 otelin tamamının 2025 yılına kadar rezerve olduğunu söyledi Kıbrıs yerlisi taksi şofürümüz. Öte yandan Maraş açıkken Antalya gibi Türkiye’deki turizm bölgelerinin kimsenin ilgisi dahilinde olmadığını da iletti kendisi. Antalya’da turizmin 1980 yılından itibaren gelişmeye başladığı doğru ama Maraş’ın kapanması bunda doğrudan etken midir emin değilim. Özetle Maraş eskiden dünya jet sosyetesinin duraklarından biri imiş. Gerçekten de o dönemde bir plajda 42 tane otel olması bu açıdan büyük bir gösterge. Şu anda ise sadece bir ordu evinin olduğu bomboş plajları ile sessiz sakin eski günlerini anan melankolik bir hali var.
Plaja gelince gerçekten de efsane…. Burada isterseniz ben susayım ve resimler konuşsun….
Otel beş yıldızlı bir otel, açık ve kapalı yüzme havuzları, buhar odası ve saunası var. Ayrıca dilerseniz masaj da yaptırabiliyorsunuz. Oda kahvaltı ve yarım pansiyon konaklama şansınız var. Yemekler gerçekten de bu tarz oteller için fena değil. Aşçıları Bolu Mengen’den getirmişler. Tatlılar özellikle iyi demeden geçmek istemiyorum.
Bu otel dışında Mağusa’da bir otel daha var- Salamis Bay Conti. Biraz daha uzaklara gitmeyi göze alırsanız Bafra bölgesine doğru Kaya Artemis ve Nuhun gemisi otelleri de bu yakınlardaki diğer oteller. Biz Mağusa’nin tarihi şehir merkezine yakın olması ve plajlarının çok övülmesi nedeniyle Palm Beach’i tercih ettik, ancak siz daha farklı ve daha lüks bir tatil planlamak isterseniz diğer otel seçeneklerine de göz atabilirsiniz. Otellerin tamamının iyi olduğunu tahmin ediyorum.
Burada dört gün boyunca denize girip kumsalın tadını çıkartmanın, bu berrak sulara bakmanın tadına doyamadım. Kah kitap okuyarak kah bir içkiyle mavilere dalarak gündüzlerimizi tükettik.Benim için tatilin içkisi cin tonic idi. Yeni keşfettiğim Hendrics cin bir dilim salatalık ve tonik sonra da kızgın kumlardan serin sulara…. Şimdi gelelim asıl güzelliklere… Akşam üstü deniz sefasını bitirdikten sonra bir duş alıp civarda görülecek yerleri gezerken Mağusa’nın tarihi ile büyülendik.
İlk göze çarpan yapı Lala Mustafa Paşa Camii. Kuzey Kıbrıs’ın en büyük ikinci camii olan bu eski gotik katedralin orijinal ismi Saint Nicolas Katedrali ve tahmin edebileceğiniz üzere burası bir Katolik ibadethanesi. 1328’de katedral olarak açılmış ve 1571’de Osmanlı Devleti tarafından bölgenin ihtiyacını karşılamak için camiye çevirilmiş. Cami’nin ismi Kıbrıs Fatihi olarak anılan Lala Mustafa Paşa’dan geliyor. Katedralin girişindeki ağacın bir çeşit tropikal incir olduğu ve 700 yaşında olduğu söyleniyor. Yine rivayete göre adadaki en yaşlı canlı varlık bu ağaçmış ve katedralin inşaatına başlanan sene dikilmiş. Ben bu cami/katedrale bakmalara doyamadım, kaç poz resmini çektim gerçekten bilmiyorum. Özellikle akşam üzeri güneş batmaya yaklaşırken üzerine o kadar güzel bir ışık vuruyor ki anlatamam. O nedenle akşam üstü bir vakitte gezmenizi tavsiye ederim. Katedralin bulunduğu meydanda pek çok bar/bistro da var. Keyifle burada soluklanıp bu tiyatro dekoru gibi duran güzelliği izleyebilirsiniz de.
Şehrin orta yerinde dört duvarı olmasa da iki duvarı zarar görmeden bu güne kadar gelebilmiş Venedik Sarayı var. Şu anda sarayın içi otopark olarak kullanılıyor. İlk olarak adada hakimiyet kuran Lüzinyanlar tarafından 13. yy’da yapılmış olan saray kalıntıları üzerine Venedikliler yeni bir krallık sarayı yaptıkları için bu saraya Venedik Sarayı deniliyor. Sarayın 16.yy’da yapılmış olan ve halen ayakta olan cephesinde kullanılan sütunların Salamis harabelerinden alınmış olduğu söyleniyor. Sarayın büyük bölümü depremler sonucu yıkılmış.
Aşağıda gördüğünüz dört sütunun taşımakta olduğu üç kemerli saray girişi ise yaklaşık 10 km uzaklıktaki Salamis Antik Şehrinden getirilmiş. Ortadaki kemerin üst başındaki arma ise 16. yüzyıldan kalma bir Venedik arması.
Tam saray ile bu kemerli giriş kapısının arasında Namık Kemal Zindanı ve Müzesi var. Buradan gezmeye devam ediyoruz ve bakın karşımıza ne manzaralar çıkıyor… Karşınızda Sinan Paşa Camii yani bir diğer adıyla Saint Paul Katedrali…
Saint George Kilisesi başka bir muhteşem yapı… O kadar devasa ki gözlerime inanmakta zorluk çekiyorum… Çok gözalıcı… Resimlere bakın ve siz karar verin…
Devam ediyoruz ve tüm bu yapıların birbirinden en fazla 500 metre uzaklıkta olmalarına da inanamıyoruz… Gerçekten şehir merkezi bir açık hava müzesi gibi…
Bu arada yavaş yavaş güneşin batmaya hazırlandığını farkediyoruz ve doğru Mağusa kalesine tırmanıyoruz… Güneş bulutlar gerçekten bir acayip burada… İnsan bu görüntüyü görüp de büyülenmez mi?
Günü batırırken bu defa Tam Lala Paşa Camiinin arkasındaki sokakta bulduğumuz Monk’s Inn’e oturuyoruz. Ağaçların gölgesinde yüksek tavanlı, eski bir ev bara dönüştürülmüş. Burada da birer içki yuvarladıktan sonra akşam yemeği için otelin yolunu tutuyoruz.
Yazıyı uzattığımın farkındayım ancak Mağusa’da görülmesi gereken iki yerden daha bahsetmeden bu yazıyı bitirmek istemiyorum. Hemen şehir merkezinde olmasa da yaklaşık 8-10 kilometre mesafedeki Saint Barnabas kilisesi ve Salamis Antik Kenti Mağusa’ya gelmişken görmeden geçilmemesi gereken yerler. Biz o gün kumsalda yürüyüş yapıp biraz geç kaldığımız için az kalsın Salamis’e giremeyecektik ancak becerikli taksi şoförümüz bizi hafiften alacakaranlıkta da olsa bizi içeri sokmayı başardı.
Şimdi dilerseniz önce bir parça Saint Barnabas’tan bahsedelim. Salamis’te doğmuş Yahudi bir ailenin oğlu olan, St. Barnabas, Kudüs’te eğitim gördükten sonra Kıbrıs’a dönüp, Hıristiyanlığı yaymak için M.S. 45 yılında St. Paul ile çalışmaya başlıyor fakat öldürülüp, cesedi denize atılmak üzere bir bataklığa saklanıyor. St. Barnabas’ın öğrencileri cesedi bir yeraltı mağarasına gömüyorlar ve göğsüne de St.Mathews’un yaptığı incilin kopyasını koyuyorlar. Cesedin yeri bilinmediğinden uzun yıllar gizli kalıyor. 432 yıl sonra piskopos Anthemios, mezarı rüyasında gördüğünü söyleyerek, açılmasını istiyor. Mezar açıldığında St. Mathews incili dolayısıyla, St. Barnabas teşhis edilmiş oluyor. Bu keşif sonrasında Piskopos, İstanbul’a giderek İmparator Zeno’yu bilgilendiriyor ve Kıbrıs kilisesi özerkliğini kazanıyor. İmparator, gömütün bulunduğu yerde bir manastır inşa edilmesi için bağışta bulunuyor ve Manastır 477’de inşa ediliyor. Burada ayrıca bir de arkeoloji müzesi var. Vaktiniz var ise gezmeden geçmeyin derim.
Her yıl binlerce kişinin burayı ziyaret ettiği ve ikonaları öperek ibadet ettiği söyleniyor.
Manastır etrafında ayrıca çok sayıda mezar bulunmuş. Burada gördüklerinizin her biri mezarlıklar. Bu nedenle, Manastır etrafındaki oldukça geniş bir alan tarıma açılamıyor, yerleşim de yapılamıyor.
Mağusa’da görmeden geçmeyeceğiniz son nokta ise Salamis Antik Kenti. Tam deniz kıyısında bir antik kent burası. Kuzey Kıbrıstaki en önemli ören yerlerinden biri olduğu söyleniyor. 1952-1974 yıllar arasındaki kazılar sonucunda ortaya çıkarılmış. Bu Antik şehirdeki kalıntıların tamamının Romalılardan kaldığı söyleniyor. Gladyatörlerin dövüştükleri ve idman yaptıkları gymnasium, amfi tiyatro, agora ve hamam gibi bölümleri var. Beni en çok eğlendiren şeylerden biri bizi gezdiren taksi şoförünün bilirsiniz Romalılar alemcidir, burada sabahtan akşama kadar sauna, hamam, yüzme havuzunda alem yapıp akşamları sütunlu yolda en güzel kıyafetlerini giyip piyasa yaparlarmış demesi oldu. Gerçekten de her yeri mermer taşlarla ve mozaiklerle kaplı olan bu şehri o dönemde partileri, eğlenceleri, kutlamaları ile hayal etmek mümkün.
Mecburen çok hızlı bir tur atmak zorunda kalıyoruz ancak kısa zamanda dahi gördüğümüz şehirden çok etkileniyoruz. Bu arada Salamis’te gün batarken biz de hızlı adımlarla bu müzeyi terk ediyoruz. Tek yazıda hem çok fazla resim koyup hem de size bütün Mağusa’yı anlatmak epeyce uzun sürdü. Bir sonraki yazıda size Girne ve civarını anlatacağım. Herkese mutlu Pazarlar…