Uzun bir aradan sonra yine buradayım. Bu geçtiğimiz 4 haftada o kadar çok şey oldu ki yine bana Kıbrıs seyahati bundan aylar önceydi gibi geliyor. Bir yandan İstanbul’da hayat son hızla akarken araya giren iş seyahatleri bende sanki 2-3 hayatı aynı anda yaşıyormuşum hissini uyandırmaya devam ediyor. Kendimi kopyalamak istiyorum sıklıkla. Biri iş için seyahat eden diğeri İstanbul’da daha düzenli bir hayat süren iki hayatım olsun istiyorum. Biri her akşam evde yemek pişirsin, kitap okusun, resim yapsın, müzik dinlesin, tiyatroya, sinemaya gitsin. Diğeri yeni gördüğü şehirlerin tadını çıkarsın. Bu hayali tek bedenim ve tek ruhumda birleştirmek durumundayım şimdilik. Aslında bu da zevkli ancak bazen uykuya hasret geçen gün ve geceler ve kapının önünde bir valizle devam eden koşturmacayla yukarıda saydıklarımın çoğunu aksatabiliyorum. Uzun zamandır aklımda olan bir konu iş hayatını ve özel hayatı dengelemek. İş benim için hep çok öncelikli bir konu oldu şimdiye kadar. Bundan sonra da öyle olacak ancak yeni bir yaşa daha gidiğim bu Kasım ayında belki de bu dengeyi biraz daha kendi tarafıma çekmek gerektiğini hissediyorum. O yüzden kendi kendime yapmaya çalıştığım, alışkanlık haline getirmeye çalıştığım yeni konular var ama bu yazının konusu değiller. Onları daha sonra anlatacağım. Şimdi bu kapalı, yağmurlu ve cidden karanlık İstanbul gününde güneşli, ışıl ışıl parıldayan mavi denizi ile Kıbrıs’a yeniden gidelim.
Girne’nin çok sevimli bir şehir merkezi var.. Limanı hem çok fotojenik. Dönüp dönüp aynı yerlerin resimlerini kaç kez çektim gerçekten bilmiyorum. Kocaman bir kalesi var. Benim şimdiye kadar gördüğüm bu kadar sağlam kalmış en büyük kale sanırım.
Bir sabah otelden çıktıktan sonra ilk iş liman tarafına yürüyüp oradan da kaleyi gezmeyi planladık. Kaleyi gezmek 3-4 saatimizi aldı! Siz oradan anlayın büyüklüğünü.
Kalenin tam olarak hangi tarihte yapıldığı halen bilinmiyor ancak kazı çalışmalarının verdiği bilgiler kalenin Girne’yi Arap akınlarından korumak üzere 9. yy’da inşa edildiğine işaret ediytormuş. Zaman içinde Lüzinyanlar tarafından eklemeler yapılmış ve Venedikliler tarafından da kale güçlendirilmiş. Venedikliler kaleyi ele geçirdiklerinde, Osmanlı saldırılarına göre yeniden inşa etmişler ancak bu önlemlere rağmen 1570 yılında kaleyi Osmanlılar’a teslim etmişlerdir. Kale hakkında en ilginç gerçek tarihte hiç bir saldırı sonucu ele geçirilmemiş olması.
Kalenin içerisinde bir de Batık Gemi Müzesi var. Müze denizden çıkarılmış en eski ticari gemiye evsahipliği yapıyor. M.Ö. 300 yılları civarında, Girne kıyısından bir mil açıkta şiddetli bir fırtına sonucu batmış. Akdeniz’de İskender’in ölümünden sonra kurulan Hellenistik krallıklar dönemine ait olduğu biliniyor. 1969 yılında uzmanlar tarafından deniz tabanından çıkarılan gemi parçaları tekrar bir araya getirilmiş ve sergilenmeden önce özel bir koruyucu işlemden geçirilmiş. Müzede geminin son yolculuğunda taşıdığı 400 şarap amforası, 9.000 badem, 29 değirmen taşı, 4 ahşap kaşık, 4 kavanoz yağ, 4 tuz potası burada sergileniyor.
Kaleyi gezidkten sonra limanda oturup bir yemek yedik. Bütün restoranlarda fiks bir fiyat ve menü var nerede ise. 10 çeşit bedava meze dedikleri bir uygulamaları var lakin aldanmayın. Keşke hiç bedava meze getirmeseler de o mezeleri daha düzgün yapıp parayla satsalar. Ortalama bir yemek yiyerek kalkıyoruz ve ara sokaklara dalıyoruz.
İşte böylece bir gezinin daha sonuna geldikten sonra yeniden İstanbul’un yolunu tutuyoruz. Mavi gökyüzü ve beyaz pamuk gibi bulutları arkamızda bırakıp rutin yaşantımıza dönüveriyoruz. Yakın zamanda güneşli günler görebilmek dileğiyle herkese mutlu haftalar.
İki günlük bir iş seyahati için Lefkoşa’da ve bundan 25 sene sonra üç günlük bir tatil için Girne yakınlarında bir tatil köyünde geçirdiğim zamanlarda sadece biraz şehir merkezinde dolanmıştım. Bu yazılar ve fotoğraflar bana Kıbrıs’a bir kez daha bu defa gezmek için gitmem gerektiğini söylüyor. 🙂
Böyle bir ilhama neden oldu isem ne büyük keyif. Kıbrıs beni gerçekten çok şaşırttı, sizin de yeniden keşfetmenizi çok isterim. Sevgiler,