Bazı sabahlar çok ama çok enerjik uyanırken bazı sabahlar nedense sürüne sürüne banyonun yolunu bulup ancak duşta sıcak su saçlarımdan aşağı süzülmeye başladığında ayılabiliyorum. Hatta daha sonrasında da kahvaltı etmeden canım evden dışarı adım atmak istemiyor… Cumartesi günü keyifle uyanıp, enerji patlamasıyla yataktan kalkınca ilk iş duş yapıp üstümü giyip kendimi dışarı atıverdim. Uzun zamandır nerede ise herkesten duyduğum Top Ağacındaki Ministry of Coffee’nin kahvesini tatmanın tam zamanı gelmişti de geçiyordu bile. 20-25 dakikalık bir yürüyüşün ardından Ministry of Coffee’ye geldiğimizde içerisi hınca hınç doluydu. Ufak bir mekan, gürültülü, sohbet edip kahvesini yudumlayanların yanında, sanki etrafta hiç kimse yokmuşçasına oturmuş, kahvesini yudumlayanlar da var.
İki kişilik bir masaya sığışıverdik, dışarıda yer açılırsa bize haber vermelerini rica ederek menüden siparişimizi verdik. Menülerini çok incelemeden hızlıca bir cafe latte bir de baconlı yumurta söyleyiverdim. İlk kahvelerimizi içeride içtikten sonra yer açılınca hızlıca dışarıya taşındık.
Baget ekmeğin içerisine koydukları, baconlı omlete Adam bayıldı ancak uzun süredir ekşi mayalı ekmek tükettiğim için benim çok hoşuma gitmedi. Hem incecik omlet ekmeğin içinde kaybolmuş gibiydi, hem de çok fazla ekmek yiyormuşum gibi hissedince kahvaltıdan istediğim tadı alamadım. Sandviçler açık sandviç olarak hazırlanıp, ekmeği kızartılsaymış ne efsane olurmuş diye düşünmeden de duramadım.
Çok fazla butik kahveciyi gezmemiş olmakla birlikte geçtiğimiz haftalarda gittiğimiz Kronotrop’un kahveleri bana daha güzel gibi geldi. Hatta geçenlerde Çırağan Otelinde iş için gittiğimiz bir kahvaltıda söylediğim cafe latte bile sanırım MOC Istanbul’unkinden daha iyiydi. Benim zevkime uymadı ama kim bilir belki siz de Adam’ın damak tadına sahipsinizdir ve burada keyifle sofradan kalkabilirsiniz.
Karnımız doyduktan sonra Teşvikiye’ye doğru çıkıp, Biella’ya uğradık. Biella benim zaman zaman takı almak için uğradığım bir dükkan. Fiyatları Kısmet ya da Bee Goddess gibi uçuk değil orijinal ve her zevke göre değişik şeyler de bu dükkanda bulunabiliyor. Ben daha önce aldığım yüzükleri tamire verdim ve bir şey almadan çıktım.
Uzun zamandır evde kutuların içerisine tıkıp maalesef aradığım zaman bulamadığım takılarımı organize edeceğim bir çözüm arayışı içerisindeydim. Alışveriş sitelerinde gezerken gördüğüm kocaman takı dolapları da hiç içime sinmiyordu. Hazır Nişantaşında dolanırken, Muji’de aradığım tarzda bir şeyler olabilir düşüncesi aklımdan şimşek gibi geçti. Dükkandan içeri girdikten sonra da aradığımı bulmam çok zor olmadı. Deneme babında o anda kullanışlı olabileceğini düşündüğüm çeşitli parçaları bir araya getirdim ve gerçekten de takılarımı pratik bir şekilde birbirine karıştırmadan, çok yer kaplamadan saklayacağım bir çözüme kavuşmuş oldum. Henüz bunlara ekleyeceğim bir iki parça daha var ama yine de sonunda bu uzun zamandır kafamın bir köşesinde yer etmiş derdime derman bulduğum için çok mutluyum.
Bu tarafa her geldiğimizde yaptığımız gibi Kantin‘e uğrayıp bir mısır ekmeği, bir zeytinli, bir de ekşi mayalı ekmek kapıp evin yolunu tuttuk. Ben takılarımı yerleştirdim, ekmekleri buzdolabına koydum, sonra gelsin sinema keyfi. Öğleden sonramızı bu sene Oscar’a aday olan filmlerden ikisi şenlendirdi.
İlk olarak The Theory of Everything‘i izledik. İngiliz fizikçi ve evrenbilimci Stephen Hawking’in hayatı anlatılıyor filmde ve başrol oyuncusu Eddie Redmayne bildiğiniz harikalar yaratıyor. Hawking’in 21 yaşında iken yakalandığı ALS yüzünden bütün sinir sistemi felç oluyor. Hatırlarsanız geçtiğimiz yaz mevsiminde ALS için bilinç oluşturmak üzere çoluk çocuk kafasından aşağıya buzlu kovalarda su boşaltıyordu. Her ne kadar bu kampanya sonradan tam bir eğlence aracına dönse de en azından hepimize ALS’nin ne olduğunu hatırlattığı için faydalı olmuştur diye umuyorum. Hastalığın zarar vermediği tek organ beyin. İşte bu sayede, İlk hastalığa yakalandığı 1960’larda tüm doktorlar iki yıl ömür biçerken Hawking standartları altüst ederek bilimadamı kariyerini sürdürüyor ve bugünlere geliyor. Hikaye etkileyici. Biyografi sevenlerdenseniz bu filmi de beğeneceğinizi düşünüyorum.
İkinci olarak Whiplash‘i izledik. Genç bir bateristin orkestra şefi ile gerilim dolu hikayesi. Gerçekten de hem keyifle hem de biraz asabınız bozularak izliyorsunuz filmi. Orkestra şefi J. K. Simmons’ın performansına hayran kalmamak mümkün değil. Öğrencileri üzerinde kurduğu korkunç baskı ve aşağılama ile onların içindeki cevheri ortaya çıkarmaya çalışan orkestra şefinin ne derece acımasız olabildiğini gördükçe içiniz cız ediyor. Filmin ilk yarısında “aslında yumuşak bir kalbi var ama kesin disiplinden taviz vermemek için bu kadar acımasız davranıyor” diye düşünürken, film ilerledikçe kendisine kalbimizden geçen en güzel dilekleri! iletmekte bir mahsur görmedik. Eğer psikolojik gerilim seviyorsanız sakın kaçırmayın. Gerçekten de güzel bir film ve güzel bir sonla bitiyor.
Son not olarak, haftanın ilk gününü bitirmemize saatler kala, eve yorgun argın gelip, ardından yemek yedikten sonra çalışmak ve internette boş boş dolaşmak arasında ikilemde kalıp ardından bir blog yazısı yazmaya karar verdiğim için kendimi tebrik ediyorum. Şimdi oturup biraz çalışma vakti. Eğer gün yeterse yatmadan önce bir parça yeni kitabımı okuyabilmeyi umuyorum. Hepinize şimdiden bu çiçekler kadar güzel bir Salı diliyorum.