Bugün Cenevre’nin eski şehir kısmındayız. Alışveriş sokağı olan Rue du Marché’den gölün tam aksi istikamette yukarı doğru her hangi bir yokuş ya da merdivenden yukarı çıktığınız anda kendinizi eski şehirde buluyorsunuz.
Antikacılar, sanat galerileri, irili ufaklı restoranlar Cenevrenin bu en tarihi bölgesini dolduruyor. Sokak aralarında karşımıza çeşmeler çıkmaya devam ediyor. Şehrin en turistik bölgelerinden biri olmasına karşın çok büyük bir kalabalık yok. O yüzden rahat rahat bir o yana bir bu yana bakınarak yürüyebiliyorsunuz sokaklarda.
Eski şehrin en önemli sembolllerinden biri St. Pierre Katedrali. Katedralin yapımı 1160 yılında başlamış ve 1250 yılında tamamlanmış. Hem gotik, hem greko-romen tarzdan izler yansıtan bu katedral Protestan reformcuların lideri konumunda olan Calvin’i de ağırlamış.
Katedrale yakın bir diğer önemli durak Devlet Arşivleri binası. Burada göreceğiniz toplar Cenevrenin korunması amacıyla eski şehrin rampalarında dururmuş bir zamanlar. 17 yüzyıldan kalma bu bina uzun yıllar silah deposu olarak kullanılmış, ardından tahıl ambarına çevrilmiş, şimdi ise devlet arşivleri olarak görev yapıyor. Duvarlarda görünen resimler ise Cenevre tarihinin önemli dönemlerini canlandırıyor.
Buradan hafifçe aşağıya doğru meyilli yoldan aşağıya indiğimizde Les Promenade de la Treille’den Cenevreyi izleyebiliyoruz ya da ağaçların arasında güzel bir yürüyüş yapıyoruz.
Tarihi bir mekan ancak çok etkileyici mi tartışılır. En son nereleri gezdiğimi düşünüyorum aklıma Budapeşte geliyor, sonra Brüksel’i hatırlıyorum. Diyorum ki nerede oradaki şatafat Cenevre’de. Mütevazilik ve sakinlik hakim Cenevre’nin tarihi kent sokaklarına.
Mütevazi dedi isem yanlış anlamanızı da istemem. Bu kelime aklınızdan geçtiği anda karşınıza Christie’s Müzayede Evi çıkıveriyor ve fiyatları görünce sizin dudaklarınız uçukluyor…. Vitrinde sağ tarafta gördüğünüz resim tam 4.073.250 Pound’a satılmış!!!!
Evet gördüğümüz fiyatın şaşkınlığını atıp bir şeyler içmek için buradan Place du Bourg de Four’a gidiyoruz. Bu ne güzel sürpriz, meydana bir orkestra kurulmuş, kanlı canlı müzik yapıyor…
Acıkmış olmalıyız ki yavaş yavaş bir restoran arayışına giriyoruz… Eski şehirin sokaklarında pek çok şirin restoran var….
Biz Eren’in tavsiyesi ve liderliğinde Chez ma Cousin’de bir masa bulduk kendimize. Epeyce de şanslıydık çünkü biraz beklemekle birlikte restoranın minicik terasında yer bulduk.
Bu restoranın en büyük özelliği menüsünün sadece tavuk yemeklerinden oluşması… İşte nar gibi kızarmış yarım porsiyon tavuk ve yanında benim bayıldığım hardal soslu salata ve yine çok güzel kızarmış patates…. Batmaya hazırlanan güneşe uygun bir kadeh de beyaz şarap… Biliyorum şarap roze görünüyor ancak aslında biz beyaz sipariş etmiştik… Nasıl oldu biz de anlamadık:)
Arkada gördüğünüz büyük tabak Eren’in keçi peynirli salatası. Ben koca tavuk, salata ve patates kızartmasından oluşan menüyü götürürken, keşke kızarmış keçi peynirini koyarken biraz daha cömert davransalarmış diye geçirdim içimden…
Yemekten sonra bu defa yürüyerek göl kenarına iniyor meşhur fıskiyeyi izliyoruz… Aşağıda gördüğünüz bu çok artistik fıskiye fotoğrafını çekebilmeyi isterdim ancak nerdeeee 🙂 Uzun pozlama ile Eren tarafından çekilen bu fotoğraf havanın zifiri karanlık olduğu bir saatte çekilmesine rağmen böyle güzel gece mavisi çıkabildi 🙂 Sizce de çok güzel değil mi?
Bu yazı da burada bitti. Bir sonraki yazıda bu defa göl kenarında bir gezinti yaparak şehrin bir ucundan diğerine yürüyeceğiz….