40 Yaş Projesi 3: İlk ayın sonu

Yıl başında başladığım 40 yaş projesi tüm hızıyla devam ediyor. Bir ay sonunda mucize yaratamadım ama en azından bazı alışkanlıklarımı değiştirmeyi başardım. Hepsi olmasa da sırası ile diğerleri ile de ilgili aşama sağlayacağıma duyduğum inancım tam.

Bakalım listemde neler vardı ve ben ne kadar gelişme sağlayabildim.

1- Ruhuma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar her ay  iki kitap okunacak.-OKUDUM Ocak ayım Andre Gide okuyarak geçti. Tohum Ölmezse ve Pastoral Senfoni‘yi bitirdim. Pastoral Senfoni’yi okurken Beethoven‘in aynı isimli senfonisini de dinlemeyi ihmal etmedim. 
  • Ayda iki tiyatro veya bale veya opera veya konsere gidilecek.- GİTTİM– Bu ay 3 tiyatro oyunu izledim. Adolf, Parkta Güzel Bir Gün ve Yaşamaya Dair
  • Her hafta bir iyi film izlenecek- İZLEDİM En iyi tutturduğum kriter bu oldu sanırım. Her hafta bir değil birden fazla film izlemeyi başardım. Jadoo, The Lunchbox, Source Code, 11.14, Whiplash, The Theory of Everything, The Book Thief, The Boy in the Striped Pajamas, Dedemin İnsanları
  • Mart sonuna kadar bir seyahat planlanacak.- PLANLADIM– Martta Kapadokya’ya gidiyoruz.  O vakte kadar haftasonu için de minik bir tatil aklımdan geçmiyor değil.
  • Haftasonlarına iş bırakılmayacak.- KISMEN BIRAKMADIM– Bunu ağırlıklı olarak becermeye çalıştım. En azından çalıştığım zamanları pazar gününün belli zamanları ile kısıtlı tutup, bütün haftasonuna yaymadım.
  • Haftada minimum bir blog yazısı yazılacak.- YAZDIM Yine de daha iyisini becerebilirim gibi geliyor. Öyle ki aslında anlatmak istediğim daha çok şey var ama bir türlü oturup, kafamda organize olup, elimi klavyede gezdirmeye başlayamıyorum. Bu hedefi haftada ikiye çıkartmak istemiyorum ama sadece tek yazı ile de yetinmek istemiyorum. Bakalım Şubat ayında nasıl olacak herşey.

dream and purpose

2-Sağlığıma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar haftada iki gün yürüyüş yapılacak.- YAPAMADIM– Bu ay spor salonuna sadece bir kere gittim! Feci şekilde çuvalladım. Bahanelerimi buraya sıralamayacağım. Bu yüzden epeyce mahcup hissediyorum.
  • Mutfak alışverişlerinde zararlı reyonlardan uzak durulacak.- DURDUM–  eve abuk subuk hiçbirşey almadım.
  • Alkol tüketilecekse eğer iki kadeh şarap sınırı aşılmayacak.- AŞTIM– Kimi kutlamalar, eğlenceler derken haftasonları yine parti işinin suyunu çıkardık. Burada da mahcubum.
  • Televizyonda yemek kanalları izlemekten kaçınılacak.- KAÇINDIM– Artık nerede ise hiç yemek programı izlemiyorum, böylece ardından da mutfağa girip abuk subuk şeyler yapmıyorum.
  • Uyku düzeni yeniden oluşturulmaya çalışılacak gece 12’den sonra yatmaktan kaçınılacak.- ERKEN YATAMADIM– Bu kriteri de karşılayamadım. Ancak bir nevi gelişme var. Artık sabah saat 3-4lere kadar oturmuyorum.  1-1.30 gibi yatabiliyorum. Çalışıyorum üzerinde olacak biliyorum.

lose-weight-bike-vegetables3-Cüzdanıma iyi gelenler

  • Sabahları işe giderken taksiye binme huyundan vazgeçilecek.- BİNMEDİM
  • Mart sonuna kadar alışveriş yasağı uygulanacak. YASAĞI DELDİM–  İtiraf edeyim bir günde tam 5 parça alışveriş yaptım. Şubat ayında bunu da yapmamayı hedefliyorum.
  • Her ay bütçenin sabit bir kısmı bir kenara ayırılacak ve o meblağ yok sayılarak harcamalar buna göre düzenlenecek- YAPTIM– Bu ay kenara para koyabildim. Bireysel emekliliğe ayırdıuğım payı da yükselttim.
  • Mart sonuna kadar eve dışarıdan yemek söylenmeyecek.- SÖYLEMEDİM– Bir kere havalimanına yetişmem gerektiği ve evde yemek yapacak vaktim olmadığı için dışarıdan yemek söyledim. Onun dışında yemeksepetine hiç uğramadım.

quote-economy-does-not-lie-in-sparing-money-but-in-spending-it-wisely-thomas-henry-huxley-90473

Bu listelere baktığımda görüyorum sağlık konusunda yine sınıfta kalmışım. Hedeflerin sadece 2/5’ini tutturmuşum ki çok yetersiz. En azından 3/5 yapmak  Şubat ayı için en büyük hedefim. Diğer konularda fena olmadığıma karar verdim. Alışveriş için bu defa kendimi tutacağıma inanıyorum. Eve iş getirme konusunu engelleyemesem de sınırlayarak gitmek yapabileceğim en güzel şeylerden biri sanırım.

Hepimiz için  güzel bir Şubat ayı olsun, rüyalarınızın gerçeğe dönüştüğü günler dilerim…

Adolf, The Book Thief ve The Boy in the Striped Pajamas

Ocak ayının son haftasına geldik bile, bir yandan yeni yıl hedefleri peşinde elimden geldiği kadar aldığım kararlara uygun bir hayat yaşamaya çalışırken, iş tıpkı geçen yıl bu zamanlarda olduğu gibi bastıkdıkça bastırıyor. Kendimi takip ettiğim çizelgelerde durumum kimi konularda epeyce iyiyken bazı konularda pek de becerikli olamadığımı görüyorum. Bir sürü şeyi aynı anda değiştirmeye çalışınca herşeyi iyi yapamıyormuş insan onu anlıyor. Bu ay toplam 3 kez şehirdışına seyahat ettim.  Hatta önümüzdeki hafta da yine bir yolculuk yapacağım. Bu kadar çok gidip gelince arada bazı şeylerin ucunu kaçırdığım oldu ama pes etmek yok, biliyorum ki eninde sonunda her konuda aşama kaydetmek mümkün olacak. Önümüzdeki hafta ilk ayın sonuçlarını sizinle paylaşacağım o yüzden daha uzatmadan  konuyu değiştirip izlediğim bir oyun ve iki de filmden bahsetmek istiyorum.

Bu aralar biraz tesadüf eseri II. Dünya Savaşı ile ilgili iki filmi arka arkaya izledim üstüne de Burak Sergen’in oynadığı Adolf isimli oyunu Bo Sahne’de izledim. Önce Adolf’ten başlayalım istiyorum.

Burak-Sergen-AdolfOyun Adolf Hitlerin intihar etmeden önceki son bir kaç saatini anlatıyor. Bundan yıllar yakşalık 20 yıl evvel  ilk kez Ankara Devlet Tiyatrolarının Budala isimli oyununda izleme şansını bulduğum Burak Sergen, tıpkı hatırladığım gibi sahnede döktürdü. Oyunculuğunun 10 numara olmasının yanında sergilediği fiziksel performans gerçekten olağanüstü idi. Oyunun metini çok daha doyurucu olabilirdi diye düşünüyorum ancak bir yandan da nerede ise aklını tamamen kaçırmış, şizofreninin zirvesinde gezen bir adamın konuşmalarının başka şekilde yazılabilmesi mümkün müydü bilemiyorum. Fena olmayan bir tiyatro izleyicisi olmakla birlikte metin yazarlığı çok anladığım bir iş olmadığı için ahkam kesmek istemem. Bo Sahnenin salonu ufak bir salon, özellikle en önde oturanlar oyunun nerede ise bir parçası oluyorlar. Öyle ki Adolf’ün sorularına cevap vermek, zaman zaman ani hareketlerinden dolayı ürkmek, bol tükürüklü konuşmasından nasiplenmek işin bir parçası. O yüzden aktörle sıkı temas içerisinde olmak istemiyorsanız yerinizi en önden almayın 🙂

Bizim yerimiz en önde idi ve Adolfün sorduğu sorulardan ve tükürüklerden payımızı bol bol aldık. Burak Sergen Hitler faşizmini öyle bir ironi ile anlatıyor ki, belki inanmayacaksınız ama oyunun çoğunu kendimi gülmemek için tutarak geçirdim. İlk dakikalarda gülmemem lazım diye kendimi sıkıp durdum ancak baktım ki kaşlarımı daha fazla  çatamayacağım, kendimi koyuverdim gitti.

Gelelim ikinci dünya savaşı filmlerine… İzlediğim iki filmden ilki  Kitap Hırsızı – The Book Thief oldu. Savaş sırasında, Liesel annesi tarafından bir aileye evlatlık verilmek zorunda kalıyor. Sert bir anne profili ve son derece ince bir mizah anlayışına sahip yeni babasının yanında hem yeni arkadaşlar ediniyor, hem de okuma yazmayı öğrenmesinin ardından tam bir kitap kurdu olup çıkıyor. Bir süre sonra kaçak olarak evlerinin bodrumunda saklamak zorunda oldukları Yahudi kökenli eski bir aile dostunun oğlu da işin içine girince ortaya gerçekten çok iç ısıtıcı bir hikaye çıkıyor. Aile, arkadaşlık, anne, evlat, ilişkileri ile sımsıkı örgülü bir film bu. Ayrıca eğer bu dönemde elinize bir kitap alıp okumakta sıkıntı çekiyorsanız sizi çok yüreklendirip, motive edecek bir film olabilir bu film.

Kitap Hırsızıİkinci film The Boy in the Striped Pajamas– yani Çizgili Pijamalı Çocuk. Bu film de yine çocuk gözünden anlatılan bir savaş filmi. Savaşın korkunçluğunu  toplama kampından sorumlu olan SS Komutanının oğlu Bruno  ile kampta hapsedilmiş aynı yaştaki Shmuel üzerinden anlatılıyor. Gerçekten içinizi acıtan ve ruhunuzu ağırlaştıran bir film. O nedenle morale ve neşelenmeye ihtiyacınız olma bir vakitte izlemenizi tavsiye etmem.

the_boy_in_the_striped_pajamas01Bundan yaklaşık 3 yıl önce iş için Polonya’ya gitmiş ve Auschwitz- Birkenau‘yu gezmiştim. Bu iki kamp benim hayatımda ziyaret edip, gezip tek bir fotoğraf dahi çekmeden geldiğim ilk yer olmuştu. Nedeni çok basit, insanın insana böyle bir şeyi reva görmesi, pek de hatırlamak ve sonrasında açıp bakmak isteyeceğiniz şeylerden biri değil.

İnsanoğlu yeryüzündeki ilk gününden bu yana başka hiç bir canlının olmadığı kadar şiddet yanlısı oldu. Maalesef bu durum aradan geçen yüzyıllarda daha da kötüye gitti ve silahların tahrip gücü artıkça insanın içindeki vahşet de büyüdü. Şiddet, faili meçhuller, kadın cinayetleri, işçi ölümleri hayatımızın bir parçası oldu.  Aç kalan, yaşam alanı yok edilen yabani domuz yavrusunun şehre inmesinin ardından kendisine yapılanlar ortada. Tüm bu örnekler, yaşam hakkına duyulması gereken saygı açısından ne noktada olduğumuzu gayet güzel ortaya koyuyor.  Güçlü görünenin azınlıkta ve zayıf görüneni sömürme ve ezme arzusunun daha büyük bir zayıflıktan kaynaklandığını milletçe idark edebileceğimiz günlerin hayalini kurarken sizlere şimdiden nefis bir Pazar günü diliyorum.

Parkta güzel bir gün ve Çiya’da enfes bir yemek

Bu haftanın yarısından fazlasını Ankara’da geçirdim. Salı günü sabah gidip ancak Cuma akşam üstü İstanbul’a dönebildiğimde gözlerim uykusuzluktan acırken son bir kaç email daha yazdıktan sonra modum değişti. Dışarı çıkacak kadar enerjim yoktu ama bu evde minik çaplı bir eğlence yapmama da engel değildi tabi! Az ve öz,  şaraplı, peynirli, şarküterili bir sofrayı hızlıca donatıp sohbetin belini kırmayı da başardık.  Muhabbetin arkasından evi parti moduna getirip şarkı söyleyip dans bile ettik. Bu eğlence sabaha karşı herbirimiz bir yerde sızana kadar devam etti!

IMG_20150116_180205Cumartesi günü öğlene doğru uyanıp ardından ev işlerini hallettikten sonra bu defa Almanya’dan gelen bir arkadaşımı misafir ettim. Türkiye’yi   kurtardığımız uzun soluklu bir sohbetin ardından yine geç saatte yatınca bu sabah yine saat 11 gibi ancak gözlerimi açtım. Uzun bir kahvaltı, ardından her ay aldığım Timeout İstanbul ve İstanbul Life okuyup yaptığım çay keyfi çok iyi geldi.

image

IMG_20150118_135304Evde geçen bu haftasonunun tek aktivitesi bugün öğleden sonra Moda Sahnesinde izlediğimiz Parkta Güzel Bir Gün oldu. Hafif, çıtır çerez bir oyun. Etkilendim dersem yalan olur. Piknik yapmak için bir parka gelen çiftin bir anda ülkenin ikiye bölünmesi yüzünden ayrı üşlke sınırları içerisinde kalmaları ve kavuşamamalarının üzerinden komik bir hikaye yaratılmış.  Mert Fırat yeni ülke sınırını çizen güvenlik gücünü oynuyor. Oyun boyunca yasaklardan dem vuruluyor. Bana kalırsa zayıf bir metin ile oynandı ve oyuncuların potansiyelini de pek hissettiremedi bize. Eğer kafa dağıtayım, eğlenceli birşeyler izleyeyim diyorsanız bu oyun size göre.

Screen Shot 2015-01-18 at 10.19.16 PMOyundan çıktıktan sonra Kadıköy çarşıya yöneldik.  Epeydir Kadıköy’e gelmeyen birinin yemek yemek için en çok özleyeceği yerlerden biri Çiya’dır sanırım.  Çiya ile ilgili olarak en sevdiğim şeylerden biri herşeyden az az söyleyip nerede ise bütün tencere yemeklerinin tadına bakabilmeniz sanırım. Her zaman olduğu gibi yine nerede ise menüde ve varsa söyledik, donattık soframızı.  Asma yaprağı kurusundan yapılan Kırtımpırt Çorbası, köy tavuğu yuvarlaması, mumbar, şiveydiz, kurutulmuş yeşil fasulye güveci masaya geldiğinde önce gözlerimiz şenlendi, sonra damağımız.

IMG_20150118_175655Üstüne ilk kez tattığımız Samsun’un Bafra yöresine özgü Teleme denilen tatlıya da bayıldık.  İçinde sadece keçi sütü ve incir olduğunu söyledikleri bu tatlı özellikle çobanların hayvanları otlatmaya götürdüklerinde yaptıkları bir yemek/tatlı imiş. Keçi sütünü kaynamaya yakın hale gelene kadar ısıttıktan sonra içine yaban inciri ekleyerek karıştırmaya devam ediyorsunuz. İncir sütün mayalanmasını ve koyulaşmasını sağlıyor. İlk incir çıktığında evde denemek üzere not aldım ben. Eğer olur da yolunuz Çiya’ya düşerse ve o günkü menüde teleme görürseniz mutlaka deneyin.

IMG_20150118_180228İşte hızlı geçen bir haftasonunun hikayesi böyle. Bu hafta yine kısa bir seyahatim olacak ama haftanın çoğunda İstanbul’da rutin hayatımı sürdürebilmeyi umuyorum. Herkese bol güneşli bir hafta diliyorum.

1421616824309

40 Yaş Projesi 2: Beslenme

Haftanın ikinci günü sona erdi ve ben aksiyon planımı aksatmadan uygulamaya devam ediyorum. Sağlığıma iyi gelenler kısmında hiç beslenme konusundan bahsetmemiştim. Oysa ki en önemli konulardan biri de beslenme. O yüzden bugün biraz neler yediğimden bahsedersem fena olmaz diye düşündüm.

eat healthyGeçen yıldan bu yana ara ara gidip sonra bıraktığım bir diyetisyenim var. Kendisi  dünya şekeri bir insan, ismi Banu. Bir yıl içerisinde, Banu’ya arada gidip, çoğu zaman gitmedim: “Ay çok stresliydim listelere uyamadım, yok bugün parti var eğlencelere doyamadım, içkiyi biraz fazla kaçırdım,  ama iki hafta seyahatteyim ben oralarda bu yemekleri nasıl bulurum, eh canım plajda da şöyle güzel kokteylleri yuvarlamayayım mı?” gibi bahanelerle bir seneyi  olduğum yerde sayarak geçirdim.  Yılbaşından önceki son randevumuzda Banu’ya yeni yılda onu şaşırtacak fikirlerle karşısına çıkacağımdan bahsetmiştim. Bakalım bu defa yoldan şaşmadan hedefe doğru azimle ilerleyebilecek miyim?

DIGESTIVE HEALTH- gluten free sample menu_iStock_000002664912SmallBenim izlediğim beslenme listesi bir değişim listesi ve akdeniz diyetine uygun bir liste. Uygulaması gerçekten çok kolay ve sizn sosyal hayatınızı da engellemeyecek kadar esnek. Bu listeyi uygulamak değil uygulayamamak bence asıl zor olan. Bakalım gün boyu menüde neler varmış?

KAHVALTI

2 dilim tam tahıllı ekmek veya ½ simit

3 parça karper büyüklüğünde peynir

1 yumurta veya 3 y.k. menemen

Domates, salatalık, maydanoz vb.

ÖĞLEN

Bol salata (1 y.k. zeytinyağlı) veya 5-6 y.k. etsiz sebze yemeği

1 kase çorba

3 kadınbudu kadar et

2 dilim tam tahıllı ekmek

ARA

1 kaşarlı tost

AKŞAM  

Bol salata (1 y.k. zeytinyağlı)

5 kadınbudu kadar et

2 dilim tam tahıllı ekmek

ARA  

1 por. meyve, 4 y.k. süzme yoğurt

İnanır mısınız bilmem ama bu listedeki herşeyi yediğim zaman gerçekten müthiş bir hızla inceliyorum ben.  Bu kadar çok yiyebilip zayıflayabilmek bence olağanüstü. Yeter ki akşam yemeği yerine çikolata ve kuruyemişe dadanmayayım. Menünün daha fazlasını ya da azını yediğimde ya da su içmediğimde dengeler şaşıyor ve gerekenden daha az kilo kaybederken sabrım da tükeniyor. Su içmek benim için hep problem oldu şimdiye kadar. O yüzden kendime yeni bir şişe aldım evde içtikçe dolduruyorum. Gözümün önünden ayırmıyorum. Toplantılarda da ne içersiniz diye sorduklarında çay ya da kahve yerine hep su söylüyorum.

Geçtiğimiz altı yılda kariyer açısından çok güzel bir çizgi yakalamama rağmen özellikle sağlıklı beslenme ve kilo kontrolü konusunda hiç de iyi şeyler yapmadığımı gayet güzel görebiliyorum. Öyle ki  geçmişteki beslenme alışkanlıklarımı tepetaklak edip tam tersine çevirdiğim bir düzen tutturmuşum kendime. Özellikle son üç yılda sabah kahvaltısını es geçip hatta öğle yemeği de yemeyip doğrudan akşam yemeğine geçtiğim günlerin sayısı hiç de az değil. Sabah kahvaltıyı atlayınca günümün ne kadar bitkin geçtiğini tahmin etmek de hiç zor olmasa gerek. Enerji almadan başlayan bir gün gerçekten de verimsizlik ve mutsuzluk demek.  Kendini şarj edemeyen zavallı bedenim garip de bir stres yayıyor böyle zamanlarda. Bunun üzerine yüksek tempoda çalışmayı da ekleyince kendime nasıl bir eziyet ettiğim ortada.  Oysa güne sıkı bir kahvaltıyla başladığımda enerjim yükseliyor, içimdeki mutluluk artıyor.  Bütün bunları bilip de yapmamak ise gerçekten sonradan dönüp baktığımda acı veriyor.

kahvaltıDaha önce yaptığım hatalara baktığımda  düzenli beslenmeye başladığım her denemede  kendimi sosyal hayattan soyutlayıp bir nevi cezalandırdığımı da görüyorum. Böyle durumlarda kendimi geçici bir süre için belli bir hayat tarzına adapte edip istediğim forma gelince eski alışkanlıklarıma geri dönmeyi planlıyorum sanırım. Bu yıl geçici değil kalıcı sonuçlar elde etmekse hedefim sağlıklı beslenme hayatımın vazgeçilmez bir parçası olmalı. Bunun yanında sosyal hayattan da geride kalmamalıyım.

Bu konuda hayatımda beni motive edecek o kadar çok kolaylık var ki bu fırsatları şimdiye kadar kullanmamam akıl alır gibi değil. Ofiste her gün her tür diyete sahip çalışanlar için yemek çıkıyor. Kimse önümüze üç kap yemek koyup o menüyü dayatmıyor. Geçenlerde Banu’ya yiyecek bir şey bulamadığımla ilgili tuhaf bahaneler türettiğim bir konuşmayı burada paylaşmak istiyorum. Bu aslında hiç de çaresiz olmadığımı gösteriyor.

Ben- Dün öğlen kendime göre yiyecek bir şey bulamadığım için öğle yemeğini pas geçtim.  Et yemeklerinden birini sevmedim, diğeri de aşırı yağlı göründü gözüme.

Banu- O et yemeklerinin yerine koyabileceğin başka seçenekler olmalı mutlaka. Yemek büfenizde salata malzemeleri var mıydı mesela?

Ben- Evet

Banu- Peki peynir çeşitleri var mıydı?

Ben- Evet

Banu- O zaman neden kendine güzel ve peynirli salata hazırlamayı seçmedin?

Ben- Hımmmmmm, aklıma gelmedi!

Bu konuşmada ben hiç de sağlıklı beslenmeyi hedeflemiş, kararlı biri izlenimini vermiyorum. Herşeyi düşünen, planlayan, organize eden, olmazı olduran, bir yol tıkalı ise başka yollar arayan ben nedense sağlıklı beslenme dersinden sınıfta kalıyorum!

DM-Motivation-vs-HabitHayat başka konularda olduğu gibi burada da bir seçimden ibaretti. Bugün yemek büfesine gittiğimde iki çeşit et yemeği vardı. Biri sevmediğim tarzda bir köfte diğeri şinitzel. Aklıma Banu’nun söylediklerini getirerek önce bir kase ezogelin çorba aldım. Ardından büyük bir parça şinitzelin bütün dış tabakasını sıyırarak salata ile birlikte yedim. İnsan gerçekten de isteyince çözüm üretebiliyor. Şu anda önemli olan yaptığım bu seçimleri alışkanlık haline getirebilmem.

Motivasyonu sürdürebilmek için boş zamanlarımda sağlıklı beslenmeye yönelik  web sitelerini keşfedip, takip etmeye çalışıyorum. Bunların pek çoğu bildiğimiz ama yine de hatırlayınca kendimizi daha motive hissettiğimiz şeyler.  Okumak ve odaklanmak bu süreçte yapabileceğim en güzel şey. Yeni bir ben yaratmak kolay değil. Güzel alışkanlıklar kazanmak emek ve sabır istiyor gerçekten ama şunu çok iyi biliyorum ki  son günlerde gerçekten kendimi harika hissediyorum. Son bir şey biliyorum ki 3 ay sonra yaptığım seçimlerden dolayı kendime teşekkür edeceğim 🙂

31 Mart Hedefine doğru

40 Yaş Projesi 1: Aksiyon Planı

Yeni yıl yaklaşırken gazetelerin, televizyonların, internet üzerinden yayın yapan medya kanallarının baş gündem maddesi olan “Yeni Yıl Kararları” çoktan unutuldu bile.  Bu yıl gözüme çarpan haberler arasında en popüler yeni yıl kararları da vardı. Sizin de tahmin edebileceğiniz üzere büyük bir çoğunluğumuz yeni yıda kilo vermek, sigarayı bırakmak, ailemizle daha fazla zaman geçirmek, kimi zaman iş değiştirmek, daha çok para kazanmak ya da para biriktirmek istiyoruz. Her yıl aynı dilekleri dilemekten de vazgeçmiyoruz.

NewYearsResolutionsAncak Ocak ayının normal ritmine kendimizi kaptırdığımız anda tüm bu dilekler ve iyi niyetler uçup gidiveriyor. Alışkanlıklarımız yakamızı bırakmıyor ve bilinçaltımız bizi yine kendi konfor alanımıza ve yaparken zorlanmadığımız, alıştığımız, alıştıkça sevdiğimiz ve sevdikçe daha da alıştığımız eski yaşam biçimine doğru itiyor.

comfort zonesİşte bence bu yüzden bir plan yapmalı ve bu plana göre nasıl bir gelişme sağladığımızı kaydetmeliyiz. Hatta belki kendimize planımızda neler olduğunu hatırlatacak mekanizmalar kurmalıyız. Ben telefonumun alarmını özellikle yemek saatlerini, spor zamanlarını ve okuma saatlerini bana hatırlatması için kullanmak istiyorum. En azından bu yeni düzene alışana kadar!  Bu yöntem çok gestapo usulü görünebilir ama denemekten ne çıkar ki? Yoksa ben de hayatımı yat borusu ile yatılan kalk borusu ile kalkılan bir hale çevirmek istemiyorum.

new year resolutions40 Yaş projesini ilan ettiğim 1 Ocak günün ardından oturup bu yıl odaklanmak istediğim 3 konu ile ilgili olarak kısa birer aksiyon listesi hazırladım. Bu ilk aksiyon listesi 31 Mart tarihine kadar geçerli olacak ve buradan en azından aylık ama tercihen haftalık güncellemeler yayınlayacağım. Liste çok uzun bir liste değil ama en azından belli bir rutini hayatıma taşımayı amaçlıyor.

Aksiyonları planlarken hayatımı bir zorunluluklar çemberine dönüştürmek değil hedefim. Bunların bir kısmı zaten yaptığım ve yapmaktan çok zevk aldığım şeyler, diğer kısmı ise bazı konularda daha dikkatli olmamı sağlayacak önlemler.  Özetle derdim hayatımı cehenneme çevirmek değil, sadece kaybettiğim disiplin ve sürdürülebilirliği yeniden yakalamamı sağlayacak ilkeler. İşte ilk 3 aylık hedeflerim:

1- Ruhuma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar her ay  iki kitap okunacak.
  • Ayda iki tiyatro veya bale veya opera veya konsere gidilecek.
  • Her hafta bir iyi film izlenecek
  • Mart sonuna kadar bir seyahat planlanacak.
  • Haftasonlarına iş bırakılmayacak.
  • Haftada minimum bir blog yazısı yazılacak.

2-Sağlığıma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar haftada iki gün yürüyüş yapılacak.
  • Mutfak alışverişlerinde zararlı reyonlardan uzak durulacak.
  • Alkol tüketilecekse eğer iki kadeh şarap sınırı aşılmayacak.
  • Televizyonda yemek kanalları izlemekten kaçınılacak.
  • Uyku düzeni yeniden oluşturulmaya çalışılacak gece 12’den sonra yatmaktan kaçınılacak.

3-Cüzdanıma iyi gelenler

  • Sabahları işe giderken taksiye binme huyundan vazgeçilecek.
  • Mart sonuna kadar alışveriş yasağı uygulanacak.
  • Her ay bütçenin sabit bir kısmı bir kenara ayırılacak ve o meblağ yok sayılarak harcamalar buna göre düzenlenecek.
  • Mart sonuna kadar eve dışarıdan yemek söylenmeyecek.

New Life

Biliyorum ki bazı konularda ilerleme sağlamam hiç de kolay olmayacak. Mesela gece 12’den önce yatmak benim için bir devrim niteliğinde. Bununla bağlantılı olarak gece geç yattığım için sabah yarım saat daha fazla uyumak için geç kalkıp taksiye binme huyundan vazgeçmek de zor olacak.  Birinci haftanın sonunda bu listenin ne kadarına uyabildiğimi görebilmek için gerçekten sabırsızlanıyorum. Beni izlemeye devam edin.

Londra’da lezzet durakları 1: Barrafina Soho

Geçtiğimiz sene Temmuz ayında iş için yolum Londra’ya düştüğünde bir iki gün önceden gidip haftasonunu da oraya geçirmeye karar vermiştim. En son Londra ziyaretimin üzerinden nerede ise iki buçuk sene geçmiş, güzelim şehir burnumda tüter olmuştu. Bir şehirde uzun zaman geçirdikten sonra ayrılsanız dahi her yeni ziyaretinizde sanki hiç gitmemiş, yıllardır orada yaşıyormuşsunuz hissini size veriyorsa o şehir artık sizin bir parçanız olmuş gibi geliyor bana. Londra’nın bu kucaklayıcı tavrı ve hissiyatı daha havalimanında sarmaladı beni. Üstelik şansımıza hava da nefisti. Otele eşyaları bırakıp kendimizi dışarı attık.

İlk durak her zamanki gibi Covent Garden oldu. Buradaki publardan birinin balkonunda Pimslerimizi yudumlarken, aşağıdaki sokak sanatçılarını izledik.

Covent Garden

PimsSonrasında Trafalgar Square’den nehir kıyısına indik…

Trafalgar SquareNehrin güney yakasına geçtik… Adet olduğu üzere Knights Bridge’e kadar yürüdük…

The Anchor

Shakespeare's Globe

 

Knights BridgeTower of London’a selam vermeyi ihmal etmedik…

Tower of LondonYol boyunca publarda ara verip her birinde bir bira içtik… Son molayı  St. Katherine’s Dock’ta verdik..

St. Katherine's Dock

Dicken's InnBir başka gün Hyde Park’a gittik… Şu sandalyelerde yatıp gökyüzünün tadını çıkardık…

Hyde Park

PANO_20140817_163156

IMG_20140817_163140Bu kadar Londra nostaljisi yeter derseniz, gelelim asıl konumuza. Londra’ya bu son ziyaretimde güzel restoranlar deneme şansım oldu. Bunlardan özellikle bir tanesi beni benden aldı dersem hiç abartmamış olurum. Barrafina Soho’da bir tapas bar. Frith Street’deki bu ufak ve her daim kalabalık lezzet cenneti 2007 yılında açılmış. Önünde daima kuyruk var ve sıranın size gelmesi yaklaşık 1 saat sürüyor. Rezervasyon almıyorlar o nedenle beklemek herkesin kaderi. Ancak oturduktan sonra önünüze gelenler ağzınızın kulaklarınıza varmasına sebep oluyor. Beklerken içkinizi söyleyip yanına da et tabağı isteyebiliyorsunuz. Biz beklerken o kadar acıktık ki bir şişe beyaz şarabın yanına kocaman bir et tabağını gümlettik.

Barrafina

BarrafinaBu arada benim daha yeni haberim oldu ancak ikinci bir şubelerini de Adelaide Street‘e açmışlar. Sıra sonunda bize geldiğinde dakikalardır diğer misafirlerin söylediklerine bakmaktan helak olmuştuk ancak oturduktan kısa bir süre sonra bize  servis yapılmaya başlayınca mutluluktan deliye döndük.

Barrafina

Barrafina

barrafina

Barrafina

Barrafina

BarrafinaYemeklerin isimlerini hatırlamıyorum. Gördüğünüz yayvan balık dil balığı, bir yiyen bir daha vazgeçemiyor. Ahtapot, yengeç, kırmızı biberli ve yumurtalı tapas ve hatta marulla servis edilen bacon dilimizi damağımızı çatlattı, ağzımızda bir bayram havası estirdi. Burada otururken yurtdışında Türk mezelerinin bu tarzda servis edildiği bir bistro-meyhane açmak nasıl olur diye sormaktan kendimi alamadım. Bence nefis olur sanki. Biraz global bir dokunuşla önünde kuyruklar oluşan bir restoran açmak çok zor olmasa gerek. Yemekten önce zeytinyağı, narekşisi, sumak ekşisi, yanında cevizli, acılı, salçalı kızarmış ekmeklerin üzerine sürülmelik ezme, hatta iyi kalite ızgara sucuk, pastırma, balık pastırması, sonrasında kabak çiçeği dolması, levrek marine, kalamar dolma, ızgara ciğer, ızgara ahtapot ve kalamar, enginar yatağında karides… Liste böylece uzar gider…

Olurda yolunuz Londra’ya düşerse, lütfen Barrafina’ya bir şans verin.. Pişman olmayacağınıza eminim.

 

 

Yeni yıl kararlarını hayata geçirmek… Rome was not built in a day!

İş dünyasında planlama yapılırken yıllık performans genellikle üçer aylık dönemlere yayılan hedefler üzerinden ölçülür. O yıl yakalamanız gereken hedefe giden yolda hangi aksiyonların sizi hedefinize daha kolay  ulaştırabileceğini saptamanız işin önemli bir kısmını oluşturur. Aksiyonları ve temel hedefinizi sürekli göz önünde tutmak ve sık aralıklarla açıp bakmak hedefe kilitlenmenizi ve ana yoldan sapmamanızı sağlar. Ayrıca kendinize koyduğunuz hedeflerin içinizde hafif bir kalp çarpıntısı yaratması da tercih sebebidir. Bu aslında hem gerçekçi ama aynı zamanda iddialı hedefler koymanızı sağlar. Şimdiye kadar yürütttüğüm bütün projelerde aynı bakış açısı ile planlama yaptım. Her zaman ilk başlangıçtaki bir kaç ay en zorlu olan dönem oldu, daha sonrasında ise arada yine sıkıntılar çıksa da herşey su gibi aktı gitti. Ben hazırlık aşamasında hızlı gitmektense sağlam adımlarla ilerlemeyi tercih edenlerdenim.

96cf4c6149adad0d0d2d84c8cc9fc811

Şimdi bu tecrübeyi kendi hayatıma uygulamak istersem nasıl bir yol izlemeliyim diye düşünüyorum son 10 gündür. Yine üçer aylık hedeflerle ilerlemeye karar verdim. Ayrıca kendimde kaydettiğim gelişmeyi verisel bazda da takip etmeye kadar verdim.  Kulağa çok sıkıcı geldiğini biliyorum ama aslında ilerlemeyi çizelgeler üzerinde görmek eminim ki epeyce eğlenceli de olacak.

2015’te üç konuya odaklanacağım:

1- Ruhuma iyi gelenler

2-Sağlığıma iyi gelenler

3-Cüzdanıma iyi gelenler

Bu üç konu içinde birer aksiyon planı belirleyeceğim. Aksiyonlar aslında dünya için küçük ama benim için büyük adımlar olacak. Yakın zamanda bir dergi için yapılan söyleşide ” İş hayatında şimdiye kadar aldığınız en büyük öğüt nedir? ” diye sorulmuştu bana. O zaman hiç tereddür etmeden “Roma bir günde inşa edilmedi” demiştim. İşte bu soruya verdiğim cevap yapmak istediğim değişikliklerin bir çırpıda olamayacağını zaten gösteriyor. Kalkı ki alışkanlıkları ve davranışları değiştirmek aslında gerçekten çok zor. Çok basit bir durum karşısında verdiğimiz tepkiler ve verdiğimiz kararlar aslında kendi içerisinde bir bütün ve tutarlılık segiliyor. Çoğu zaman itiraf etmesek de aslında alışkanlıklarımızı – iyi ya da kötü- çok seviyoruz. Bazılarının bize zarar verdiğini bile bile yapmaya devam ediyoruz. Bu alışkanlıkları çok da iyi gitmeyen bir aşk ilişkisine benzetebiliriz. Aslında iki taraf da mutlu değil ama nedese bir türlü o adımı atıp da birbirlerinden ayrılamıyorlar. Alışkanlık ve aşk konusunda önemli de bir fark var. Burada ben kendi kendimle baş başayım aslında. Yani bu konuda müzakere etmem gereken kişi sadece benim.  Dolayısı ile kendi Roma’mı inşa etmek için zaman zaman gıdım gıdım ilerleyeceğim.  İlk etapta yaptıklarım görünmeyecek, benim için bir şey ifade etmeyecek. Ancak eğer sabredersem ve gerekli azim ve inançla hedefe kitlenirsem bir kaç ay sonunda attığım o minik minik adımların sonuçlarını almaya başlayacağım.

il_fullxfull.346845728

Tüm bunları buraya yazıyor olmamın ve bunu “40 Yaş Projesi” adı altında yapıyor olmamın en önemli sebebi, kendime bu konuda bir zorunluluk  yaratma isteği. Ne demişler söz uçar, yazı kalır. Bir süre önce farkettim ki en çok kendime verdiğim sözleri tutmuyorum. Başkalarına verdiğim sözleri tutmam her zaman daha kolay. Çünkü bir başka insana verdiğim sözü tutmamanın verdiği manevi ağırlık büyük. Bunu besleyen şeylerden biri de sözünü tutmamaktan duyulan utanma duygusu. İşte tüm bu planlarımı blogda ifşa ediyorum ki bunlar sadece gecenin bir saati aklımdan geçen iyi niyet dilekleri olarak kalmasın ve gerçekten hayata geçirmemi kolaylaştırsın.

“40 Yaş Projesini” uygulamak için bambaşka bir isimle ve adresle yeni bir blog açsa idim kendime verdiğim bu sözleri tutmamam daha kolay olabilirdi. Düşünsenize kimsenin okumadığı bir blog sayfası. Daha bugün gelmiş ilk yazısı ve kimsenin haberi yok. Web’in derinliklerinde ışıltısı az siyah bir nokta. Oysa burası öyle değil. Çok fazla takipçisi olan bir blog değil belki burası ama biliyorum ki takip edenler var. Benim takip ettiklerim de var. Çok olmasa da zaman zaman yorumlar üzerinden haberleştiklerimiz var. İşte onlara karşı da kendimi mahçup hissetmek istemediğim için yazmak istedim bütün bunları.

Uzun zamandır çok fazla kendimle alakalı düşünemediğimden olsa gerek buraya yazdığım kişisel yazıların sayısı epeyce azalmıştı. Genellikle bir günlük gibi, izlenen filmler, okunan kitaplar, seyahat edilen yerlerden bahseden bir blog olmuştu burası. Biraz daha kişisel yazılar yazmaya cesaret etmek de benim hedeflerim arasında bu yıl. İlk kez blog yazmaya başladığımda tek amacım kişisel tarihçemi kayıt altına almaktı. Zamanla internetteki Türkçe kaynakların azlığını fark ettikçe biraz daha bilgi içeren, havadan sudan da yazsam seyahat ettiğim, yemek yediğim yerleri burada paylaşmaya gayret ettim. Bilginin paylaştıkça çoğaldığına duyduğum inanç da bunu sonuna kadar destekledi. Ama bu yıl biraz daha benden yazılar yazmak istiyorum. Hayat ne de olsa sadece tatillerde ve güzel sofralarda geçmiyor. Yazı yazmaya fırsat bulamadığım vakitlerde de yazabilmek önemli aslında. Bezgin bezgin internette saatlerce gezinmek yerine buraya daha fazla vakit ayırabilirim diye düşünüyorum.

Yeni yılın ilk sabahında benim kendime söyleyeceklerim bunlar. “40 Yaş Projesi” ile ilgili olarak yazılar gelmeye devam edecek. ilk etabı 365 gün olan bu projenin ikinci aşaması ise seneye tam  bu gün başlayacak. Ne de olsa 40 yaşından sonra zaten hiç yaş almayacağım! 😉 Herkese keyif dolu, bugün aldığı kararları uygulayabildiği bir sene diliyorum.

2014’ün son sabahından günaydın…

Günaydın! Yılın son sabahından, İstanbul’dan herkese günaydın! Bugün izinli olduğum halde sabahın köründe kalkıp bir ıhlamur koydum kendime, 2014’ü nezle ve hasta halde uğurladığım bu günde. Gelelim 2014 yılının muhasebesine. Geçen yıl kendime somut hedefler koymadığımı o yüzden aslında bu yıl hayatımda çok büyük değişiklikler yapmadığımı farkettim. Geri dönüp baktığımda kalabalık, gürültü ve koşturmacayla geçen bir yıl olarak hatırlayacağım bu yılı.

Bu yıl gerçekten zorlandım. İş hayatımın ve kendi hayatımın dengesi çok zaman şaştı ve iş her zaman benden daha öncelikli oldu. Haftasonları ve geç saatlere kadar çalıştım. Kimi zaman sabahladım. Kendimi ihmal pahasına önümdeki işleri hep hallettim. Ancak Ekim ayının sonu gibi bu arabanın böyle gidemeyeceğini de pek bir güzel anladım. Önce nerede ise aylardır ihmal ettiğim geç yaz tatiline çıktım daha sonrasında da kendime bir takım rutinler yaratmaya çalıştım. Rutinin insan hayatında ne kadar önemli bir yeri varmış anladım. Aslında çoğu zaman sıkıcılıkla eş  değer tutulan bu kelime bence insanların halatında belli konularda disiplin geliştirmek için çok faydalı. Mesela, benim gibi elleri çatlayıp nerede ise kanayacak hale gelmeden krem sürmeyi beceremeyen biri için çantasında krem taşımak ve  çok büyük bir ilerleme olabilir. Oysaki benim bu yıl ki en büyük rutinim çamaşır yıkamak ve evdeki damacanalar boşaldıkça eve su söylemekti. İşte o yüzden 2015 için hedeflerim var. Kendime çamaşır yıkamak ve evin eksik gediğini tamamlamaktan daha güzel rutinler yaratacağım.  Kendimi daha sıkı takibe alacağım ve önümüzdeki yıl tam 40’ıncı  doğumgünümde kendime güzel bir hediye vereceğim. Aslında şöyle demek daha doğru olabilir. Kendime yeni bir ben hediye edeceğim. Spor yapan, sağlıklı beslenmeyi öğrenmiş ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmiş, daha az stres olan ve hayatın sunduğu büyük resme odaklanan biri. Bunun için alacağım daha detaylı aksiyonlar da var ve kendime üçer aylık hedefler belirleyip bu hedefler üzerinden kendimi takibe almak gibi bir planım var. Şimdiye kadar pek çok proje uyguladım, hayata geçirdim, ancak ilk kez kendi üzerimde bir proje yapmak istiyorum. Adına 40 Yaş Projesi dediğim bu proje için ayrı bir blog açmayı bile düşündüm. Ancak tek blogla bile doğru düzgün baş edemediğimi düşününce bu fikirden hemen caydım. Onun yerine 40 Yaş Projesi ile ilgili bütün yazıları tek bir etiket atında burada toparlamaya karar verdim.

Bu yıl çok seyahat ettim nerede ise haftada bir olmadı iki haftada bir mutlaka bir havalimanında uçak bekledim. Adana, İzmir, Diyarbakır, Mardin, Bursa, Batman, Çanakkale bu sene Ankara dışında iş için seyahat ettiğim şehirler oldu. 18 kez Ankara’ya gittim. Bunun dışında İspanya, Hong Kong, Londra, Dublin, Kıbrıs bu yıl Seyahat ettiğim diğer ülkeler/şehirler oldu. Kimi haftalar gerçekten evimde yatıp uyumayı özledim.  Bu kadar çok seyahat hayatımda rutin olarak yapmak istediğim şeylerin oturmasına da engel oldu. Önümüzdeki yıl hayatımdan seyahatlerin eksik olmamasını ama bu kadar yoğun ve yorucu bir tempoda da geçememesini diliyorum.

Bu yıl ilk defa aklımda yeni soru işaretlerinin oluşmaya başladığı bir yıl oldu.  Özellikle beni hayatta ne mutlu ediyor, ne motive ediyor sorusu üzerinde epeyce düşündüm. Sonrasında sanat ve edebiyatla daha fazla iç içe olmanın bana çok iyi geldiğine karar verdim. Tıpkı geçen hafta izlediğim Ali Poyrazoğlu’nun söylediği gibi tek yönlü bir insan olmak istemediğimi, eğer hayatımı bir patchwork gibi örebilirsem daha mutlu olduğumu bir kere daha anladım. Tiyatro ile yeniden barıştım. Daha çok film izlemeye başladım. Sadece müzikle aramı henüz düzeltemedim ve digitürk’ün şömineli müzik kanallarının ötesine geçemedim.  Kitap konusunda da bir ilerleme sağladım ama henüz istediğim düzeyde değil. O yüzden kitaplar da 2015 planımın içerisinde yer alacak.

Blog yazılarıma baktığımda yaşadığım pek çok şeyi buraya aktaramadığımı gördüm. Seyahatlerimin yarısını hala yazamadığımı farkettim. O yüzden buraya daha fazla yazabilmeyi bu seneki hedeflerim arasına koyuyorum.

Biz bu yıla çok sade bir şekilde girmeyi planladık. Bu yılın da aynen böyle sade ama öz bir yıl olmasını diliyorum. Dün öğleden sonra yemek hazırlıklarını yapmaya başladım. Zeytinyağlı barbunya, çerkez tavuğu, tatlı ve yılbaşı gecesinden kalanlar için hazırladığım çorba buzdolabında yerini aldı bile. Bugün bir et yemeği yanına pilav ve yoğurtlu bir meze ile olayı kapatmayı planlıyorum. Herkese mutlu yıllar…

Rumeli Hisarı, Kahvaltılar, Zeki Müren, Asi Kuş, Ali Poyrazoğlu

Yıllar önce İstanbul’la ile daha yeni haşır neşir olmaya başladığım zamanlarda Rumeli Hisarından kahvaltı etmek benim için olmazsa olmaz aktivitelerden biri idi. Ancak gel zaman git zaman ben vaktimi İstanbul’un daha farklı semtlerinde geçirir oldum. Taşındıktan sonra ise Rumeli Hisarı pek uğradığım bir yer olamadı. Geçen haftalarda bir sabah hem Hisar tarafında kahvaltı edelim hem de surları gezeriz diye yola çıktık. Bu civardaki kahvaltıcıları da çok bilmediğimiz için en bilindik kahvaltıcılarıdan biri olan Lokma’dan içeri girdik. Saat daha 10 olmamış ama nerede ise bütün masalar dolu, herkes oturabilmek için sıra bekliyor.

Biz de oturduk, servis hızla başladı, önümüze gelen herşey gerçekten çok çok lezzetliydi. Sahanda peynir, söğüş tabağı, yumurta, menemen, katmer derken bütün masayı silip süpürdük ve daha fazla oyalanmadan hızlıca kalktık.  Yediklerimizin resimleri bu defa yok. O kadar acıkmışız ki resim mesim düşünmeden saldırmışız tabaklara. Bunda etraftaki kalabalık, hızlı sirkülasyon ve gürültünün de katkısı olabilir tabi…

Hisara girişlerde müze kartı geçerli, müze kartınız yoksa da sanırım 3 TL gibi cüzzi bir rakam ödeyerek gezebiliyorsunuz. O gün ben o kadar yanlış ayakkabılar giymişim ki yıpranmış taşların üzerinde kayarak yürüyebildim.  Tepeye tırmanış nispeten kolay olsa da yeniden aşağı inmek başıma epeyce dert oldu. Ancak ayağınızda kaymayan düzgün bir ayakkabı ile termosa kahvenizi koyup, oturduğunuz banktan şu aşağıdaki manzaraya bakmanın tadı olmaz diye tahmin ediyorum. Gezerken gözümüzde eski Cüneyt Arkın filmleri canlandı. Eminim baharda buralar çok güzel olur…

Rumeli HisarıHisardan çıktıktan sonra sahilde Bebek’e kadar yürüdük. İrili ufaklı pek çok cafenin yanyana dizili olduğunu farkettim. Bir kısmı gayet ferah iken bazılarına kalabalığın yoğunlaşmış olduğunu gördüm. Bana kalırsa kalabalık ve çok gürültülü yerlerde yemek yemek tam bir eziyete dönüşüyor. O yüzden bu aralar dışarısı yerine evde kahvaltı olayına da epeyce sarmış vaziyetteyiz. Evde hazırladığımzı kahvaltıların da dışarıdakilerden hiç az kalır tarafı olmadığına inancım sonsuz!

Kahvaltı

Bu kısa Hisar ve kahvaltı turundan sonra bir süre eve uğradık arkasından yine aklımıza gelen güzel bir fikirle kendimizi sokağa attık. Uzun zamandır pek çok blogda gördüğüm güzel bir serginin son sergileme tarihi yaklaşıyordu. Üşenmeden evden yeniden çıktık ve İstiklal’de Yapı Kredi Kültür Merkezi’ndeki “İşte Benim Zeki Müren” sergisinin yolunu tuttuk.

İçerik açısından gerçekten çok doyurucu  olan bu sergi 20 Aralık’ta bitecekti ancak öğrendim ki yoğun talep üzerine Ocak ayı sonuna kadar uzatılmış. Sergi nefis bir kurgu ile bazı yönleri bize benzeyen bazı yönleri ise çığır açan bir hayat hikayesini anlatıyor.  Mektuplar, kostümler, fotoğraflar, gözlükler, kitaplar hepsi bu sergide. Üstelik giriş ücretsiz!  Beni sergi konusunda rahatsız eden tek şey ışıklandırma  oldu.  Patlayan ışıklar sergiyi takip etmeyi ve metinleri okumanızı zorlaştırıyor.

Bu kadar ilgi çeken ve 1950’lerden başlayarak bir dönemi gözümüzde canlandıran bu serginin kalıcı olarak kendine yer bulması çok güzel olmaz mıydı?  Daha güzel bir ışık altında, daha çok bilgi ve belge ile birlikte sergilenebilse tüm bu belgeler… Böyle bir kalıcı Zeki Müren sergisi olur mu olmaz mı bilemiyorum ama ben sizin yerinizde olsam hala görmedi iseniz bir an evvel Yapı Kredi’nin Galata’daki Kültür Merkezine uğramaya çalışırdım. Pişman olmayacağınıza eminim.

İşte Benim Zeki MürenSergiyi gezdikten sonra yine acıkan midemizi bastırmak için Asmalımescit’teki Thai restoranı Çok Çok Thai‘yi deneyelim dedik. Son dönemde Wagamama’da o kadar çok Thai tarzı yemek yedim ki,  bu defa usulüne uygun bir Tayland restoranı bulursak iyi olur diye düşünmüştüm. Hala bilmeyen kaldı ise aylardır Kanyon’daki Wagamama’da Raisukaree, Nişantaşı City’s’dekinde ise Chu Chee Curry’den başka bir şey yemedim.  Bu büyük takıntının en büyük sebebi, acı ve hindistan cevizi sütlü yemeklere duyduğum büyük aşk.  Çok Çok Thai’ye oturduk ve bu defa başka bir hindistan sütlü ve biftekli yemek olan Kaeng Phet Neua söyledim. Maalesef, çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Wagamama benim için hala bir numara ve şu aşağıda gördüğünüz Raisukaree’yi her gün önüme koysanız yemelere doyamam.

Wagamama RaisukareeKarnımız da doyduğuna göre sıra geldi bir sonraki aktiviteye… Ekmekçikız daha önce “Asi Kuş” isimli bir oyuna gittiğini ve çok beğendiğini yazmıştı. Ben de ondan aldığım tavsiye ile iki bilet kapıvermiştim Ali Poyrazoğlu’nun tek kişilik gösterisine. Çok büyük bir beklenti ile gitmedik. Hatta, en başta sıradan bir stand up show zannettik. Ancak kabaca üç farklı bölümden oluşan bu Ali Poyrazoğlu Gösterisine tek kelime ile bayıldık. Yeni dünyanın liderleri, iki-üç beyinli insanlar, kabare, Müjdat Gezen, Sezen Aksu, ve Zeki Müren’li hikayeler dinledik. gerçekten de keyifli ve epeyce moral verici iç ısıtıcı bir 90 dakika geçirdik Ali Poyrazoğlu ile. Çok tavsiye ederim.

Asi Kuş- Ali PoyrazoğluYeni yılın son haftasına giriyoruz. Hepimiz için güzel bir kapanış olsun… Henüz mutlu yıllar dilemiyorum, daha yazacaklarım var bu yıla dair.. Herkese güzel haftalar…

 

Yeniler: Virginia Angus, Leyla, Kronotrop ve Bakarsın Bulutlar Gider…

Dışarıda yine rüzgar kıyamet kopuyor. Dünkü şahane havayı düşününce bir anda gelen fırtınalı hava ve yağmur bizi yine eve kapatıverdi. Oysa hava güzel olsa İstanbul Modern’e gitmek gibi bir isteğim vardı. Gelin görün ki olamadı! O zaman yaşasın meyve tabağı, fincan fincan çay, kahve, dijitürk şöminesi ve kanepe. Çok gezerken yazmak zor olduğu için şimdi iki haftadır gezip gördüklerimi anlatmak zamanı. Aslında bu aralar  keyfim çok yerinde. Her hafta gittiğimiz tiyatro oyunları ve yeni keşfettiğimiz mekanlar içimi açıp ısıtıyor sanırım. Geçen haftasonundan bu yanda  sürü yeni yer görüp, yeni lezzetler tattık, izledik. Hepsinden de çok keyif aldık. Gelelim bu yeni keşiflere…

Hafta içi bir akşam Kuruçeşme tarafından eve dönüyordum. Toplantı saat nerede ise 8’e doğru bittiği için karnım kurt gibi aç, eve ulaşmanın yolunu ararken neden hızlıca dışarıda birşeyler yemiyorum ki diye düşündüm. Önce istikameti City’s Mahalle’ye çevirecektim ki aklıma uzun zamandır gitmek isteyip de bir türlü deneyemediğim Virginia Angus geldi. Uzun zaman önce Eminönünde açılan bu dükkan bir süre önce Nişantaşı’nda da bir şube açmıştı. Kalın köfteli sulu bir hamburger hayali ile attım kendimi Virginia Angus’un minik dükkanına. New York Burger sipariş ettim ve beklemeye başladım.

IMG_20141211_201908Yaklaşık 10 dakika sonra önümde bu lezzet bombası duruyordu. Bu hamburgerin köftesi 240 gram. Şimdiye kadar yediğim en kalın hamburger sanırım. Etine diyecek kelime bulamıyorum. Nusret’in burgerinden daha iyi bir lezzete sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

IMG_20141211_202301Burgerleri nefis olmakla birlikte bence patates kızartması daha az yağlı olabilir. Dondurulmuş patates kullanmıyorlar ama yine de bu etin yanına daha iyi  kızarmış bir  patates çok yakışırdı. Böylece üzerine serptikleri baharata da gerek kalmazdı. Bir koca hamburgeri yedikten sonra diğerlerinin de tadını merak etmedim değil ama onları bir sonraki keşfe bırakarak evin yolunu tuttum. Virginia Angus’u hamburger sevdalılarına şiddetle tavsiye ederim.

Bir önceki hafta Cumartesi akşamı tiyatro için Cihangir’e yolumuz düştü. Biraz erken çıkıp hem biraz dolaşalım hem de yeni açılan bir yerler var ise oturup güzel bir yemek yiyelim dedik ve kendimizi Deniz Türkali ve Serra Yılmaz’ın açtığı Leyla’da bulduk. Bizim gittiğimiz saatlerde henüz akşam yemeği saati gelmediği için göreli olarak sakin bir ortam vardı ancak az sayıdaki masaların hemen hepsi dolu idi. Biz bara oturmayı tercih ettik. Arka taraftaki bir masada Serra Yılmaz’ın yemek yediği de gözümüzden kaçmadı. Risottoyu çok sevmeme rağmen her yerde iyisinin yapılmadığını da üzülerek görüyorum. Merakla sipariş edip beklerken etrafı izlemeye devam ettim.  Kocaman bir bar, kara tahtaya yazılmış menüler, barın etrafına dizilmiş ufak masalar. Sevgilinizle gidip diz dize yemek yiyebileceğiniz bir mekan. Leyla aslında Cihangirin çok eski bir mekanı imiş. Arada kapanmış, sonra yakın zamanlarda Deniz Türkali ve Serra Yılmaz bir araya gelip yeniden açmışlar. Sabah saat 7.30’da açılıp ertesi sabah saat 04.00’da kapanıyor.

LeylaLeyla bir İtalyan restoranı.  Atıştırmalıkların her biri birbirinden cazip göründü benim gözüme. Bir akşam etrafımdaki güzel kadınları buraya getirip bu kocaman barda yavaş yavaş demlenmenin hayalini kurdum o anda. Menülerinde çok sayıda kokteyl var. Ünlü oldukları bir başka konu da kahvaltıları. Kahvaltı tabaklarının isimleri de eğlenceli. İstanbul, Cihangir, Roma, Paris, Londra, Madrid, Oslo, Egzotik ve Zeynep Casalini.

O akşam adam bir şey yemedi ve sadece bir bira ve patates kızartması istedi. İlk etapta öyle bir mekanda patates kızartması istemenin biraz garip kaçacağını düşünmüştüm ki epeyce yanılmışım. Aç değilseniz ve sadece bir bira içmek istiyorsanız, canınız da güzel bir patates kızartması çektiyse çekinmeden isteyin, pişman olmayacaksınız. Benim porcini mantarlı risottom son zamanlarda yediklerimin en iyisi idi. Yanında da bir kadeh beyaz şarapla gerçekten çok iyi gitti. Fotoğraf çekmeden evvel dayanamayıp tadına baktığım risotttom huzurlarınızda.

Leyla

 

İstanbul epeydir çok sayıda butik kahveciye ev sahipliği yapıyor. Bunlardan adını ilk duyuranlardan biri sanırım Karaköy’deki Karabataktı. Ancak öyle bir hale geldi ki Karabatak’ta  yer bulmak mümkün ne de keyif almak bana sorarsanız. Bir kahvecinin piyasa mekanına dönüştüğüne ilk kez şahit oluyoruz sanırım. Kronotrop Cihangir’de minicik bir dükkan. gerçekten nefis kahve ve tatlıları var. Minicik balkonunda oturup kahvenizi içerken Firuzağa Camii’ne bakıyorsunuz. Saatlerce oturabileceğiniz bir yer değil. Gerçekten de kahvenizi içip kalkıyorsunuz. Biz kahvelerine bayıldık hatta evde de böyle kahve yapmanın yollarına kafa yorduk.

Kronotrop

Kahve ve tatlıdan sonra Cihangir Sokaklarından dolaştık. Çok güzel ahşap peynir-servis tabakları, kalemlikler satan bir dükkan bulduk Bo Sahne’nin tam karşısında. O sırada taşımak çok zor olacağı için birşey almadan çıktık ama aklımda bir kenara not ettim burayı.

IMG_20141213_192332Dar sokaklarda yürümeye devam ettik,  renkli vitrinlere göz gezdirdik, antika-retro ürünler satan dükkanları gezdik. Ne kadar özlemişiz buraları diye düşündük. Yine gelelim dedik.

IMG_20141213_183651

IMG_20141213_192631Bu ufak gezintinin arkasından “Bakarsın Bulutlar Gider”i izleyeceğimiz Bo Sahne‘nin yolunu tuttuk. Bir evin salonunda geçen oyun iki kişilik.  Selen Öztürk ve Kenan Ece oynuyor. Oyuncular şahane. İlginç ve sıradışı bir konusu var. Kadın kahramanın başı kapalı. Konu muhafazakar bir çevrede geçiyor ve hikayenin sonunu önceden tahmin ediyorsunuz. Bu tarzda ilk oyun olduğunu söyledi oyun yazarı Özen Yula İzlemesi kolay, sıkılmayacağınız bir oyun.  Çok anlatmıyorum ki sürprizi kaçmasın.

Bakarsın bulutlar giderOyun bittikten sonra oyun yazarı, oyuncular ve Tiyatronun kurucularından Levent Özdilek ile bir de söyleşi yapıldı. Oyunu izlemeye gelen bir tiyatro topluluğu için yaptıkları bu söyleşiyi biz de dinleme şansına sahip olduk. Biz Bo Sahneyi yakın takibe aldık. Hem konum olarak etrafta bolca restoranın bulunması çok büyük avantaj. Tiyatro öncesi güzel bir yemek ve ardından güzel bir oyun ve hala enerjiniz varsa gecelere akma şansı. Bizim Cihangir gezilerimiz devam edecek.