Kısa bir GAP Gezisinden Notlar 1: Adıyaman ve Nemrut

Türkiye’nin doğusunu keşfetmek için bu kadar yıl neden beklemişim acaba? Yine de ne mutluyum ki, Avrupa’nın belli ülkelerini kendi ülkemden daha iyi bildiğim yıllar yavaş yavaş geride kalıyor ve artık her fırsatta 783 bin kilometre kare yüzölçümüne sahip Türkiye’nin başka bölgelerini, yörelerini, insanlarını, yemeklerini, mimarisini keşfedebiliyorum. Yavaş yavaş ilerleyen bu sürecin her yeni bölümü bir heyecan benim için. İşte bu heyecanın peşinde, 1 Mayıs tatilinde ne yapsak diye düşünürken niye Nemrut’a çıkmayalım ki dedikten yaklaşık 2 ay sonra bir akşam üstü güneşin batmasına 1 saat kadar kala Nemrut dağının tepesindeydik!

İtiraf edeyim Kommagene ismini uzun yıllar boyunca bir çiğ köfte markası zannetmiş biriyim. Kommagene’nin aslında Adıyaman ve Gaziantep’in kuzeyini de kapsayarak Fırat’ın batısından Toroslar’a kadar olan bölgeyi içine alan ve yaklaşık 230 yıl hüküm süren bir krallığın ismi olduğundan bihaber geçen yıllarıma inat bu defa elime geçen tüm belgeselleri okuyup seyahat kitaplarını tarayarak her türlü bilgi kırıntısını kafama zerk etmeye ant içtim. Ne var ki bu defa da elimdeki kaynaklar çok kıttı. Yine de Tanrıların Tahtı Nemrut belgeselini izlemenizi tavsiye ederim.

İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Adıyaman’a her sabah saat 10.00’da bir THY seferi var. 1 Mayıs sabahı bir saate yakın rötarın ardından saat 12.30  gibi Adıyaman’a inip buradan doğruca yemek için Fırat nehrinin kıyısında bir restorana geçtik. Yerel mutfağı deneme aşkıyla Fırat’tan çıkan şaput isimli tatlı su balığı sipariş verdim ve tek bir lokmasını yiyemeyince ekmek kemirip, salata kaşıkladım. Planımız  akşam güneşin batışına kadar bölgedeki diğer ziyaret ederek diğer tarihi ören yerlerini gezmek ardından ise güneşi Nemrut’ta batırıp Adıyaman’daki otelimizde gecelemek.

Karakuş Tümülüsü 

Planımıza uygun olarak, yemeğin ardından, Karakuş Tümülüsü’ne doğru yola çıktık. İsmini kara bazalttan yapılmış 10 metre yüksekliğindeki bir sütunun üzerindeki kartal heykelinden alan tümülüs aslında Kommagenelilerin aile mezarlığı olarak Kral I. Mithratades Kallanikos zamanında annesi Isias, kız kardeşi Antiochis ve kızı için inşa edilmiş. Tepenin üç yanına dikilmiş sütunlar bulunuyor. Bu sütunların pek çoğu zamana karşı koyamamış ya tamamen yok olmuş ya da tepelerindeki heykeller zarar görmüş. Tümülüs bir zamanlar 75 metre yüksekliğinde iken yapılan kazılar ve hırsızlıklar nedeni ile bugün 35  metreye inmiş.

Karakuş Tümülüsü

Karakuş Tümülüsü

Karakuş Tümülüsü

karakuş tümülüsü Cendere Köprüsü

Buradan yönümüzü Cendere Köprüsüne çevirdik. Cendere Köprüsü Kahta Deresi üzerine bundan 1800 yıl önce inşa edilmiş nefis bir köprü. Üzerinde üç tane sütun var. Dediklerine göre İmparator Septimus Severus tarafından yaptırılan bu köprünün dört köşesine dikilen ve tüm aile fertlerini sembolize eden sütunlardan teki oğullardan birinin tahta çıkması ve diğerini ölüme mahkum etmesi sonucu yıkılmış! Bu bir rivayet tabi ancak şu anda köprünün bir ucunda tek bir sütun gariban gibi duruyor. Cendere Köprüsü

Cendere Köprüsü

PANO_20150501_160706 Arsameia

Köprüyü yürüyerek geçtikten sonra bu defa bölgenin antik şehri Arsameia’ya doğru yola devam ettik. Arsameia Kommagene Kralığının yazlık sayfiye yeri imiş. Üç etaptan oluşan bir tırmanışla tepeye Eski Kale diye adlandırılan yere ulaşıyorsunuz.  İlk etabı tamamladığınızda karşınıza güneş tanrısı Mithras Helios’un heykeli çıkıyor. Arsameia Kararan hava ve hızla toplanan bulutları görünce biz tepeye kadar çıkmadık.  Tepeye kadar çıkanlar şuradaki I. Antiochos ve Herakles kabartmasını görebiliyorlar.

Nemrut

Nemrut Dağı 1987 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası listesinde.  20. yüzyıl boyunca dünyanın dört bir yanından arkeologların yoğun ilgisine konu olan Nemrut’un önemi ülkemizde ancak 1980’den sonra anlaşılmaya başlamış. Bizim izlediğimiz güzergah oldukça bozuk ve toprak bir yoldan bizi dağa ulaştırdı. Şu anda yol yapım çalışmaları devam ediyor ve büyük olasılıkla yakın bir gelecekte düzgün asfalt bizi dağın tepesine ulaştırabilecek.

Araçla zirveye yaklaşılabilen en uç noktaya vardığımızda güneşin batışına 1 saat 15 dakika gibi bir süremiz kalmıştı. Burada bir kafe ve katır taksi sizi bekliyor. Yaklaşık 600 metrelik tırmanışı kendiniz yapmak istemezseniz 30 TL karşılığında katır taksiyle yukarı çıkabiliyorsunuz. Bana sorarsanız yavaş yavaş dura dura çıkıp arada manzarayı izlemek en güzeli. Acele etmeye kalktığınızda nefesiniz kesiliyor gerçekten de ve eğim fazla olduğu için yol tam bir eziyete dönüşüyor. Orta yaşın epey üzerindeki teyzelerin dahi dura dura zirveye çıktıklarını gördüm o nedenle buraya kadar geldi iseniz zavallı katırlara yük olmaktansa kendi temponuzu belirleyerek yukarı çıkmanız en doğrusu. Nemrut Katır taksi Gelmeden önce okuduğum bir blogda insanların güneş doğuşunu ya da batışını izlemek için buraya şarapları ile geldiklerini okumuştum. Harika fikir diyerek İstanbul’dan gelirken getirmek için bir şişe kırmızı şarabı getirmeyi planlamıştım ancak ne yazık ki evde unutmuşum. Tümülüsün bulunduğu noktaya tırmanmadan evvel hediyelik eşyalar satan dükkanda şarap sattıklarını da görünce bir şişe alıp, orada açtırdık ve plastik bardaklarımızla birlikte yukarı tırmanmaya başladık.  Dura dura tepeye çıktığımızda dağın zirvesinin bir yanının hala karlarla kaplı olduğunu görmek gerçekten sürpriz oldu. Daha sadece bir ay kadar önce tipiye yakalandığımız Kapadokya seyahatini düşünüp gülmeden edemedik. Meğer bizden  bir hafta önce Nemrut’ta zirveye çıkanlar burada tipiye yakalanmışlar ve kurtarma ekiplerinden yardım istemek durumunda kalmışlar! IMG_20150501_182804 Nemrut tarih sahnesine ilk kez 1881’de İzmir’deki Alman Konsolosluğu’nun Prusya Bilimler Akademisine gönderdiği bir mektupla çıkıyor. Mektupta Karl Sester isimli bir Alman Demiryolu mühendisinin 2100 metre yüksekliğinde bir dağın tepesinde bulduğu devasa heykellerden bahsediliyor ve hatta heykellerin Asur’lulardan kaldığı iddia ediliyor. Bunun üzerine, Prusya Bilimler Akademisi Otto Puchtein’ı Karl Sester ile buluşmak üzere Türkiye’ye gönderiyor ve bu ikili yaklaşık 2 aylık bir yürüyüşün ardından dağın zirvesine ulaşıyorlar.

Nemrut Dağının zirvesindeki yığma çakıl taşlardan yapılmış 50 metre yüksekliğindeki tümülüs MÖ 36 dolaylarında Kommagene Kralı I. Antiokhos tarafından yaptırılmış.  Tümülüsün doğu ve batı teraslarında birbirinin aynı sırasıyla dizilmiş dokuzar heykel bulunuyor. Her iki grubunda baş uçlarında birer kartal ve aslan var, ortada ise İran ve Yunan mitolojisinden gelen tanrılar karışık olarak tahtlarının üzerinde oturuyorlar. Zeus, Kommagene, Apollon ve Herakles ile birlikte Antiokhos kendi heykelini de tanrılar arasına katıvermiş.

Tümülüs’ün altında ise Antiokhos’un mezarının bulunduğu düşünülüyor. Söylendiğine göre bu şimdiye kadar dünyada açılmamış son Tümülüs mezarmış ve halen esrarını korumaktaymış. Antiokhos, Fıratın batısındaki krallığının bekasını sağlamak için gerek evlilikler yolu ile gerekse ticaret anlaşmaları ile Roma İmparatorluğu ve Pers İmparatorluğu gibi iki büyüğk gücün arasında refah içinde yaşayan bir devlet kurmayı başarmış. Bunun içinde hem Roma hem de Pers kültürünü sentezleyerek yeni bir din yaratmış ve kendisi ile kurduğu tanrısallık bağlantısı ile ülkesinde dirliği sağlamış.

Nemrut’un tepesindeki bu heykelleri yaptırırken en büyük arzusu bin yıllar sonra da insanların gelip burada kutlama yapmaya devam etmesi imiş. Nitekim Antiokhos’un isteği bugün gerçekleşmiş gibi görünüyor 🙂 2000 yıl sonra insanlar akın akın Nemrut’u ziyaret ediyor, güneşin  doğuşunu ve batışını Antiokhos’un tümülüs mezarının önünde izliyor. NemrutZirvede heykellerin yanı sıra Antiokhos’un atalarını resmettirdiği taş kabartmalar da varmış ancak Danimarkalı bir restorasyon ekibi bu kabartmaları renove etmek üzere 2-3 yıldan bu yana çalışıyormuş, o nedenle görme şansımız olmadı. NemrutAradan geçen yüzyılların etkisi, depremler ve zirvedeki sert iklim koşulları heykellere epeyce zarar vermiş. Aslında yukarıda gördüğünüz tahtların üzerinde ki kafaların tamamı yere düşmüş. Hatta yine bir kaynağa göre tümülüsün 75 metre olan yüksekliği de burada yapılan kazı çalışmaları esnasında zarar görerek 50 metreye kadar inmiş. Zamana karşı güçlükle ayakta duran bu güzelim heykellerin bu iklim koşullarına ne kadar daha dayanabileceği meçhul. O yüzden herkes bir an evvel gidip görmeli bence. Aşağıda kafesin içinde gördüğünüz Zeus’un kafası, nerede ise dağılmak üzere! NemrutTanrıça Kommagene’nin tacındaki buğday, üzüm, kiraz gibi meyveler bolluğu bereketi simgeliyormuş. Nemrut ilk keşfedildiğinde kafası gövdesinin üzerinde kalan tek heykel buymuş ancak 1950’lerde bir yıldırım çarpması sonucu bu heykelde parçalanmış ve kafası yere düşmüş. Zamanla aşınmadan olayı tacındaki buğday demetini ne de meyveleri  de tanınmaz hale gelmiş. Bakın burada daha eski ve detayları bozulmamış bir resmi görebilirsiniz. IMG_20150501_182509

IMG_20150501_185745Biz güneşin batışının yaklaşması üzerine batı terasına geçip yerimizi aldık. Bu arada, hava zirvede gerçekten çok soğuk. Kışın zirveye çıkmayın, bahar aylarında ise yanınızdan montunuzu, berenizi, kaşkolunuzu ve eldivenlerinizi eksik etmeyin. Yukarı da titremeniz işten değil benden söylemesi. Güneş yavaş yavaş düşerken  o kadar yorgunluğun üzerine ilaç gibi gelen şarabımızı yudumlamaya başladık, etrafımızdakilere de ikram ettik. NemrutGüneş yavaş yavaş alçalırken ortaya çıkan manzara gerçekten de çok güzel. Bulutlara ve gökyüzünün yakın, tanrıların tahtı Nemrut’ta 1 Mayıs akşamı güneş böyle batıyor… nemrut gün batımı

IMG_3299

nemrut gün batımı

Nemrut’ta gün batımı ayrı güzel  heykeller ayrı güzel.  O nedenle eğer gün batımına ya da doğuşuna yetişemiyorsanız en azından heykelleri ziyaret edin derim. Biz güneşi batırdıktan sonra Adıyaman merkeze doğru yola çıktık. geceyi Grand İsias Otel’de geçirdik. Gerçekten çok vasat ve en önemli kriter olabilecek olan temizlik konusunda sınıfta kalan bir yer idi. O nedenle sizin başka otelleri denemenizi tavsiye ederim. Zor bela otelde yediğimiz akşam yemeğinden sonra kendimizi yatağımıza zor attık ve ertesi güne hazır olmak için bir an evvel uyuduk.  Sırada Göbeklitepe, Harran ve Urfa var… Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, herkese iyi haftasonları…

Oradan buradan İstanbul’dan: Yine mi Leyla, Mojabuka, Taze Direkt

Bazı Pazartesiler ne kadar da güzel, mesela işe gitmediğiniz Pazartesiler…. Hele o kadar yorulmuşsanız, bir işi güzel sonuçlandırmışsanız ve kendinizi kendi kendinize kalacağınız bir kaç gün ile ödüllendirmek ne kadar da tatlı. Kafamda hala yapılacaklar listeleri dönüp dolaşadursun, bu haftayı kendime ayırdım. İş telefonum halen açık, emailler geliyor gidiyor arada göz ucu ile neler oluyor diye bakmaktan geri duramıyordum ki az evvel kesin karar verdim, telefon çalmadığı sürece ellemeyeceğim o telefona. Öğle vakti kalkıp, acele etmeden hazırladığım bir sabah kahvaltısının tadını çıkardım. Ancak resmini çekmeyi unuttum. Olsun aşağıdaki fotoğraf da 23 Nisan tatilinden kalma… Temsili olarak burada o dursun.

IMG_20150404_101217

Özlediğim şeylerden biri bu blogdu bu geçen zaman içerisinde. Dün gece takip ettiğim blogları toplu bir şekilde okudum, üzerine gece saat geç de olsa Kapadokya’nın ikinci yazısını yazabildim, ama aslında daha anlatacaklarım bitmedi.

İlk haberim Cihangir- Leyla’dan! Bir gün instagramda Leyla’da konuk bir şef olacağını duyunca düşünmeden rezervasyon yaptırdım. Orkestra şefi Cem Mansur bir Pazartesi akşamı Leyla’da yemek pişirecekti.

IMG_20150316_201017Cem Mansur’u çok tanımam ama değişik bir deneyim olacağını düşünerek rezervasyonumu yaptım ve gün geldiğinde Leyla’nın beyaz örtüler serili masasında yerimizi aldık. İçerisi çok kalabalık değildi, kaşınızdakini duymak için sesinizi yükseltmeniz gerekmiyordu.  Çok zevkli bir sohbetle nefis bir akşam geçirdik. Gelelim menüye,

  • Havuç/pırasa mücveri
  • Cemitos (füme uskumrupatesi ve karamelize flambé biberler)
  • Kereviz/Armut çorbası
  • Mandalina/teriyaki somon
  • Fırında patates
  • Karamelize kayısı/sakızlı muhallebi

Desktop5Benim menüdeki favorim karamelize kayısılı sakızlı muhallebi oldu. Çok beğendik diyip, tarifini sorunca Cem mansur kendisi masamızı ziyaret edip, nasıl yaptığını anlattı. Hatta birer porsiyon daha ister misiniz dedi ancak o kadar çok doymuştuk ki teşekkür ettik.

IMG_20150316_214115

Benim dünyadan kopuk şekilde yaşadığım haftalarda, Türkan Şoray yemek yapmış Leyla’da. Bu hafta Perşembe akşamı ise Murat Belge mutfakta olacakmış. Murat Belge’nin “Tarih Boyunca Yemek Kültürü” kitabı benim bayılarak okuduğum ve başucumdan ayırmadığım bir kitap oldu yıllarca. Hatta hala ara ara açıp bakar, mutlu olurum. Bu Perşembe akşamı  “Başka kentler, Başka Denizler” serisi de dahil yanımda bir bavul kitapla gidip  hem Murat Belge’nin elinden yemek yiyeceğim hem de kitaplarımı imzalatacağım Leyla’da.

Konumuz mutfak bu yazıda o zaman bir de güzel tabak tasarımcısından bahsetmek istiyorum size. Mojabuka’yı  Instagram’da keşfettiğim gün kendi tasarladıkları konuşan tabaklara bayılmıştım. Hemen dört tabak siparişi verdim, en sevdiğimi burada sizinle paylaşıyorum. Bir internet insanı olarak bu tabağa bayılmamam tabi ki mümkün değildi. Henüz bu sevgili tabaklarımı kullanmaya kıyamadım. Dolabın bir köşesinde kutularının içerisinde bekliyorlar ama söz verdim kendime yakında ilk siftahımı yapacağım. Siz de daha farklı örnekleri görmek isterseniz buyrun buradan bakabilirsiniz.

IMG_20150323_173404Mutfakla ilgili bir de geç kalmış haber vermek istiyorum. Çok sevdiğim arkadaşlarımdan birinin müthiş bir enerjiyle yönettiği bir girişim haberi bu: Taze Direkt

Daha önce yazmıştım et konusunda çok sıkıntı çeken biri olduğumu, Atlas kasabından sonra Taze Direkt’in etleri de beni çok ama çok mutlu etti. Bir kuzu pirzolaları var gerçekten de yanağınızı dayayıp uyursunuz. Bıraksanız her öğünde tüketecek kadar çok sevdim.

IMG_20150314_154326

IMG_20150315_191554Taze Direkt sadece et satmıyor, taze meyve, sebzenin yanında süt ürünleri ve kahvaltılıklar konusunda da çok iyiler.Tulum peynirleri ve bez sucuklarının da hastasıyım. Umarım kalıcı olurlar.

IMG_20150310_182147Şimdilik benden bu kadar, bu hafta başka anlatacaklarım da olacak ama bir randevuya yetişmeden önceki kısa vaktimde bu ara kalan tavsiyeleri sizinle paylaşmak istedim.  Keyifli haftalar…

 

 

 

Kapadokya Gezi Notları 2: Göreme Açık Hava Müzesi, Ürgüp, Zelve Açık Hava Müzesi, Paşabağ

Arayı uzatmayacağı derken yine aradan 3 haftadan fazla zaman geçmiş. 3 haftada nerede ise bir kamyon şoförü kadar yol gittim, akşamları da bilgisayar başında nöbetteydim. Nisan ayı da pek istediğim gibi geçmedi ancak güzel ve kalıcı projelere imza attık. O yüzden bu defa kendimi çok suçlayamıyorum.  Gelelim Kapadokya seyahatinin devamına.  İlk gün yakalandığımız karlı havanın ardından ikinci sabah kalktığımızda Göreme’ye bahar gelmiş gibiydi. Karlar erimeye sabah saatlerinde başladı ve öğleden sonra nerede ise kayboldu.

Sabah otelde yaptığımız kahvaltının ardından Göremenin merkezine indik, oradan bir taksiye atlayıp bizi Açık Hava Müzesine götürmesini istedik. Mesafe yakın, dilerseniz yürüyebilirseniz ancak enerjinizi müzeleri gezerken harcama opsiyonunu kullanmak isterseniz taksiler 10 TL’ye sizi götürecektir Göreme Açık Hava’nın kapısına. Benim müze kartım, Adam’ın İş Bankası Maksimum kartı sayesinde içeriye ücretsiz olarak girdik sadece audio rehberler için 15’er TL ödedik. benim tavsiyem mutlaka bu sesli rehberlerden edinerek içeri girmeniz yönünde. Aksi takdirde çok bir şey anlamadan dolaşmak zorunda kalıyorsunuz.

IMG_3219-001Faruk Pekin Göreme Açık Hava Müzesini bir yemekhane etrafında düzenlenmiş harika kiliselere sahip çok sayıda manastırın bir arada bulunduğu bir büyük manastır kompleksi olarak tanımlıyor. Gerçekten de her yıl binlerce yabancı turist buraya kiliseleri gezmeye ve kimi geometrik şekillerle, kimi ise resimlerle süslenmiş onlarca kiliseyi gezmeye geliyor. Müzede toplam 11 yemekhane yer alıyormuş. Kiliseleri ise Sütunlu Kiliseler ve Yılanlı Kiliseler olmak üzere iki gruba ayırarak incelemek mümkünmüş. Elmalı, Karanlık ve Çarıklı gibi sütunlu kiliselerde duvar resimleri birbirini tamamlarken bu eserlerin hepsi aynı okulun öğrencilerinin elinden çıkmış gibi bir bütünselliğe sahipmiş. Yılanlı Kilise, Azize Barbara, Azize katerina ve Kızlar Manastırında ise resimler birbirinden bağımsız ve belli bir sıra, mantık izlemeksizin yan yana yer alıyormuş. Bunların dışında çökme tehlikesi nedeniyle de demir parmaklıklarla kapatılmış 18 kilise varmış. Faruk Pekin müzeyi saat yönünün tersine bir yol izleyerek gezmenin en doğrusu olduğunu söylüyor. Biz de aynen o şekilde gezdik. Benim en bayıldığım iki kilise Elmalı ve Karanlık Kiliseler oldu. Elmalı kilisenin önündeki kuyruğu görünce bir an bunu atlasam mı diye düşündüm ki Adam’ın ısrarı ile bekleyip içeri girdik. İyi ki girmişiz. İçeride resim çekmek yasak ancak Google görsel arama sonuçlarından bu iddialı ve görkemli kilisenin resimlerine duvar ve tavan süslemelerine göz atabilirsiniz.

Kapadokya’nın en iyi korunmuş duvar resimlerinin sergilendiği Karanlık kiliseye girmek için ise ayrıca bilet almanız gerekiyor. Buraya kadar gelmişken lütfen 10TL’nize kıyın ve bu kiliseyi mutlaka gezin, bir yandan da audio rehberinizi dinlemeyi ihmal etmeyin. İçerisi gerçekten de çok büyüleyici. Resimler o kadar gözalıcı ki  bir yandan fotoğraflayamadığınıza çok üzülürken bir yandan da aman ha zarar gelmesin bu muhteşem tarihe diye kendinizi avutmanız hiç de zor olmuyor. Yine Google görsel arama sonuçları için tık tık.

Soğuk havaya ve bir önceki gün yağan karın ve gece ayazının etkisiyle buzlanmış merdivenlerde kaymadan yürümeye çalışan yüzlerce ziyaretçi ile birlikte geziyoruz müzeyi… Burası yazın ne kadar kalabalık oluyordur tahmin etmek gerçekten de çok zor değil.

IMG_3211-002

IMG_20150322_101451

IMG_20150322_110022

IMG_20150322_110558 (1)Göreme Açık Hava’dan ayrıldıktan sonra yol üzerindeki dolmuş durağından Ürgüp dolmuşuna bindik. Ürgüp’e varmadan Kapadokya’nın bu ünlü kasabasının sembolü olmuş olana Üç Güzellerde indik.

IMG_20150322_114135-PANOArdından bildiğiniz asfalt yoldan yürümeye devam ederek, Ürgüp’e vardık. Ürgüp’te görecek çok bir şey yok ancak güzel bir yemek yemek için son derece uygun bir yer. Şüküroğlu’nda çorbamızı içip üzerine de çömlek kebabımızı yedikten sonra yeniden enerji depolarımızın dolduğunu görünce önce sokaklarda biraz gezindik ardından da yine dolmuşa atlayıp bu defa Zelve Açık Hava müzesinin yolunu tuttuk. Bana sorarsanız çömlek kebabı çok da ahım şahım bir şey değil. Evde yaptığınız kuşbaşı et sote ile aynı şey. Ancak Göreme Açık havanın üzerine bir de Üç Güzellerden Ürgüp’e yürüyen ve aslında sabah çok erken saatte kahvaltı edince bu yemek bize gerçekten de ilaç gibi geldi.

IMG_20150322_123707Bu tatilde dolmuş şoförleri bize gerçekten de çok yardımcı oldular. Hem hoşsohbetlerdi hem de bölge rehberi edası ile neyi ne sıra ile gezmemiz gerektiği konusunda bizi epeyce yönlendirdiler. Avanos’a kadar gitmek yerine, Zelve Açık Hava Müzesi’nde indik dolmuştan. Göremeden sonra bizi ne etkileyebilir diye düşünürken Zelve’ye çarpıldık resmen. Burası bir zamanlar yüzlerce mağara evi ile bölgenin en geniş topluluğunu barındırıyormuş. Şu anda ise maalesef ziyaretçi sayısı epeyce az. Burası 1924 yılına kadar hem Hıristiyan hem de Müslümanlara ev sahipliği yapmış ancak önce mübadele ile Hıristiyan nüfus göçetmiş, 1950’lerde ise çökmeler nedeniyle Müslüman nüfus bölgeyi terketmek zorunda kalmış. Mağara evlerdeki yaşam biçiminin en iyi şekilde görülebileceği bir örnek olan bu müzeyi mutlaka ziyaret edin es geçmeyin.

IMG_3236-001

IMG_3237-001

IMG_3241-001

IMG_3244-001

IMG_3245-001Zelve’den çıkınca dolmuşçu amcanın söylediği gibi anayola çıkıp paşabağ’a doğru yürümeye başladık, yaklaşık 1.5 -2 kilometrelik bir yol burası. Yolun yarısına kadar gelmişken, ne tesadüf ki aynı dolmuşçu amca bu defa yolda bizi gördü ve dolmuşuna aldı ve Paşabağı’na bıraktı. İnerken de gezdikten sonra bir meyve suyu için burada dedi 🙂

Paşabağı gerçekten bir başka nefis durak Kapadokya’da. Gördüğümüz en ilginç peri bacaları sanırım buradaydı. Eskiden adı Keşişler vadisi olarak anılırmış ancak şimdilerde Paşabağı olarak bilinir olmuş. Biz aşağıdaki resmin tam orta yerindeki peri bacasının nasıl da ayakta kaldığına bir türlü akıl sır erdiremedik!

IMG_3248-001

IMG_3252-002

IMG_3253-001IMG_3249-001Peri bacalarının arasında bir kez daha hayret ederek dolaştıktan sonra dolmuşçu amcayı dinleyip bir şeyler içmeye karar verdik. Bizim tercihimiz meyve suyu değil, birer kadeh kırmızı Kapadokya şarabından yana oldu. 🙂

IMG_20150322_155808Ardından vakitlice otele döndük. Otelde bir peynir tabağı üzerine de  bir şişe daha şarap söyledik.  Keyfimiz çıtır çıtır yanan sobanın yanında öylesine yerinde idi ki uçak vaktinin nasıl geldiğini hiç anlamadık.

IMG_20150322_165536Dönüş yolunda daha sıcak bir mevsimde buralara yeniden bu defa gelip göremediğimiz vadileri, kiliseleri, yer altı şehirlerini ve peri bacalarını ziyaret etmeye ve trekking yapmaya karar verdik!

IMG_3227-002Herkese güzel haftalar ve bol seyahatli günler diliyorum…

Kapadokya Gezi Notları 1: Göreme Maccan Cave Hotel, Derinkuyu, Belisırma, Topdeck Cave Restaurant

Türk Hava Yollarının haber bültenine epeyce zamandır üyeyim. Ne zaman biletler indirime girse, yolculuk tarihine çok olup olmadığına bakmaksızın iki bilet kapmaktan kendimi alamıyorum. Hatta öyle ki Biletix ile birlikte en sık ziyaret ettiğim sitelerden biri THY anasayfası. Neden sadece THY diyecek olursanız, hem mil biriktirip, harcayabiliyorum, ayrıca zaten normalde de çok uçtuğum için CIP salonlarından faydalanmak mümkün oluyor. E-posta kutuma düşen THY haber bülteninde Türkiye’nin her yönü sadece 55 TL notunu görünce yine kendimi tutamayıp bilet almaya giriştiğimde tarih Temmuz 2014’ü gösteriyordu. Öte yandan, Kapadokya son bir kaç yıldır heveslenip heveslenip gitme hayali kurduğum ama nedense bir türlü denk getiremediğim bir yerdi. Nevşehir 55 TL ilanını görür görmez atlayıp 2015 Mart ayının 20’si gidiş 22’si dönüş iki bilet aldım. Bu arada ben bu yazıyı yazarken THY’den yine email geldi. Yarın satışa çıkacak bir kampanyaları var. 1 Ekim – 20 Ocak tarihleri arasında Türkiyenin her tarafına tek gidiş biletler yine 55 TL. Eğer Türkiye içerisinde bir yerlere gitmeye niyetiniz varsa hiç kaçırmayın derim.

thyKalacağımız oteli de uçak biletlerini alır almaz booking.com’dan rezerve ettim. Göreme’deki Maccan Cave Hotel‘in 202 numaralı Junior Suit odasını ayırttım. 2 gece oda kahvaltı dahil fiyat 140 Euro idi. Kapadokya’da bundan daha ucuz oteller olduğu gibi çok daha pahalı oteller de bulunuyor. Her türlü bütçeye hitap eden çözümler mevcut. Biz otelden memnun kaldık. Son derece temiz. Bir aile tarafından işletiliyor. Her türlü ihtiyacınızı karşılamak ve yardımcı olmak için gerçekten ellerinden geleni yapıyorlar. Karşılaştığımız tek garip olay ise şarabın yanına peynir tabağı istediğimizde nerede ise bir kalıp beyaz peynirin servis edilmesi oldu. Otel Göremenin en yüksek noktalarından birinde, manzarası nefis, taş odaların ısınmasında hiç sıkıntı yok, ses izolasyonu son derece iyi. Aşağıda hem gece hem de gündüz otelden çektiğim fotoğraflar kendini anlatıyor zaten.

maccan 5

maccan 1

maccan 3

maccan 4Bunun dışında, Kapadokya’ya gitmeden önce pek çok blog yazısında ya da restoran ve otel eleştirilerinde karşılaştığım Türk müşterilere kötü davranılması tarzında bir durumla biz hiç karşılaşmadık.

Sonunda yolculuk günü geldi çattı ve biz yoğun kar yağışı uyarılarına rağmen Cuma akşamı saat 5 gibi taksiye binip havalimanının yolunu tuttuk. Ama tahmin edeceğiniz üzere trafik çoktan kilit olmuştu bile. Sahil yolunu tercih etmiş olmanın avantajıyla Yeni Kapı’da metro durağının önünde inip bu defa ilk kez havalimanı metrosunu deneme şansını bulduk. Aklınızda olsun, gerçekten şahane bir olay. Eğer bir şekilde metroya yakın oturuyor ya da geçiş yapılabilecek bir güzergah üzerinde iseniz hayat kurtaracak cinsten. Hatta öyle ki geçenlerde Ankara’dan döndüğümde yine arap saçı olmuş trafik yüzünden havalimanında tek bir taksi bulamayınca yine atıverdim kendimi metroya. 1 saat sonra Osmanbey metro çıkışından çıkıverdim. Daha önce trafikten dolayı uçak kaçırmışlığım var benim. Mesela yarın sabah 9 gibi havalimanında olmam gerek, metroyla gideceğim yine.

Benim Kapadokya’ya ilk ve tek ziyaretim lise ikinci sınıfta iken gittiğim bir okul gezisi ile olmuştu. O zaman ne anlamıştım bu geziden çok anımsamamakla birlikte aklımda kalan masmavi gökyüzünün peribacalarının, bazen pembemsi, bazen bej renkleri ile yarattığı tezat olmuştu. Meğer o sırada peribacaları güneşle birlikte bize ışık oyunları oynuyormuş.

Nevşehire indiğimiz gece ertesi günkü hava durumu ile ilgili olarak bilgi alıp balon uçuşu var mı yok mu onu öğrenmek istedik. Çok yüksek ihtimalle balon uçuşu olmayacağını öğrenince turlarla ilgili bilgi aldık. Otel bize yeşil turu önerdi. Bizim adımıza rezervasyonu da onlar yaptı ve ertesi sabah bembeyaz bir Göreme’ye uyandık. Tur programında Göreme Panaromasını izlemek, ardından Derinkuyu yeraltı şehrini ziyaret sonrasında Ihlara Vadisi, Belisırma, Selime Manastırı, Yaprak Hisar ve Güvercinlik vadisi vardı.

Tura Göreme panoraması ile başladık ancak bu sıralarda hafif hafif atıştıran kar hızlanmaya başladı. O yüzden çok iyi fotoğraflar çekmek de mümkün olmadı.

IMG_3176-001

IMG_3177-001

IMG_3180-001

Kapadokya ile ilgili detaylı okumak isterseniz bir önerim Faruk Pekin’in “Kapadokya: Kayalardaki Şiirsellik ” kitabı olabilir. Gerçekten de hem bölge ile ilgili çok güzel bilgiler veren, Kapadokya’ya güzel bir giriş yapmanızı sağlayabilecek bir kaynak. Faruk Pekin onlarca Kapadokya ziyaretinden sonra böyle bir rehber kitap yazmaya karar vermiş ve bölge ile ilgili olarak doğru bilinen yanlışları da çok güzel açıklamış. Benim ilk gördüğümde burası dünya olamaz başka bir gezegen sanırım dediğim Göreme için demiş ki ” Kapadokya, özgünlüğü, acayip renkleri, sürrealist duruşu, mimari biçem ve duvar resmi çeşitliliği, bezemeleri ve benzersiz görünümüyle, Cézanne, Gauguin, Van Gogh, Picasso, Gaudi gibi ustaları kıskandıracak bir görselliğe sahiptir.”

Sanırım bu tanıma katılmamak mümkün değil. Gerçekten de yer yüzüne ait görünmeyen doğal zenginliği göz kamaştırıcı düzeyde. Doğu ve Batı kültürlerinin birbirleri içinde eriyip gittiği,  savaşların, istilaların eksik olmadığı, Hititlerden, Asurlulara, Perslere, Roma ve Bizanslılara,  Araplara ve Türklere kadar çok sayıda uygarlıktan izler taşıyan bir köşe.

Bölgenin sınırları çağlar boyunca değişmiş. Her dönemde yeni sınırlara sahip olmuş. Hatta öyle ki Karadeniz’e Pontus Kapadokyası diyen yazarlar da varmış. Bugün ise Kapadokya dendiğinde  Nevşehir, Aksaray, Kırşehir, Niğde ve Kayseri arasında kalan bölge anlatılıyor.

Kapadokya’yı ziyaret ettiğinizde yerel rehberler size bölgenin isminin güzel atlar ülkesi anlamına geldiğini söyleyecekler. Okuduğum iki ayrı kaynakta bu bilginin doğru olmadığı yönünde bilgilere rastladım. Hatta öyle ki Kapadokya’nın sadece atı değil, aynı zamanda katırları, eşekleri ve koyunları ile de pek meşhurmuş. İsmin nereden geldiği ile ilgili olarak da pek çok rivayet var. Persçe Katpatuka sözcüğünün Helenler tarafından söylenen biçimi diyenler var, bölgenin baştanrısı Khepat’tan esinlenerek Khepat halkının yurdu manasına gelen Khepatukh kelimesinden geldiğini de.

Bölgenin jeolojik biçimlenmesi bundan 25 milyon yıl önce başlıyor. O dönemde tuz gölleri ile kaplı olan bölge nehir ve göllerle dolu bir çanak görünümündeymiş. Bu Üçüncü Zaman denilen 65-1.6 milyon yıl önceki döneme işaret ediyor!  Üçüncü zamanda Kuzey ve Güney Anadolu Dağları oluşurken Orta Anadolu yer yer yükselip yer yer çökmelere maruz kalmış. Ardından ortaya çıkan volkanik oluşumlar, patlamalar ve magma bölgeyi tamamen değiştirmiş.  Yanardağların püskürttüğü Magma kat kat yatay tabakalar oluşturmuş. Bu tabakaların derinliğinin 100 metre civarında olduğu söyleniyor. Volkanik patlama dönemi ise yaklaşık 6 milyon yıl sürmüş! Yanardağlardan pisküren bu tüf, kül ve lavlardan oluşan volkanik örtü zamanla yağışlar, nemli iklim, eriyen kar suları, yeraltı suları, nehirler ve derelerle aşındırılmış. Böylece peri bacası dediğimiz, dünyada eşi benzeri olmayan volkanik heykeller ortaya çıkmış! Faruk Pekin’in kitabını okurken milyonlarca yılda oluşan bu bölgenin jeolojik oluşumuyla ilgili bölümünü 2-3 dakikada okuyuvermek bana çok tuhaf gelmişti. Şu anda yazarken de kendimi gerçekten çok tuhaf hissediyorum.

Peri bacaları iki parcadan oluşuyor: gövde ve şapka. Gövde kolayca aşınan volkanik tüf, kül ve ponzadan oluşurken tepesindeki şapkaya benzeyen kaya parçası, bazalttan oluşuyormuş ve peri bacasını aşınmadan koruyormuş. Peri bacalarının gövdesine göre çok daha dayanıklı ve sert olan şapkası düşünce,  erimeye başlıyor ve konik gövdenin içinde yeniden sert bir kaya parçasına rastlayınca içinden yeni bir peri bacası ortaya çıkıyormuş. Matruşkalar gibi… Peri bacası içinde peri bacası!

Manzarayı fotoğrafladıktan sonra Derinkuyu yer altı şehrine doğru yola çıktık. Eğer müze kartınız ya da bir İş Bankası kredi kartınız var ise müzeyi ücretsiz gezebiliyorsunuz. Çok klostrofobik olanlara tavsiye etmem, içeride çoğunlukla bükülerek bazen çömelmiş örnek yürüyüşü yaparak ilerleyebileceğinizi düşünerek aşağıya inmeye karar verin. Özellikle 5. kata ulaştıktan sonra yol daha da daralıyor. Ben daha önce dibine kadar inip bir daha buraya girmem dediğimi hatırladığım için olacak 5. kat’a kadar indim ve şu gördüğünüz kapının ardında uzanan daha aşağıdaki katlara inmedim. Adam indi… yaklaşık 10- 15 dakika sonra tabiri yerinde ise nefes nefese geri geldi… Grubu da beklemeden devam edip doğrudan yeryüzüne çıktık. Hayatta bir kere mutlaka görmek lazım!

DerinkuyuKısa bir ansiklopedik bilgi vermeden geçmeyeyim istedim. Derinkuyu ilk ziyarete 1965’te açılmış. Bugünkü Derinkuyu Kasabası da bu yeraltı şehrinin üzerine kurulmuş ve bir çok evin yeraltına inen tünelleri ve derin su kuyuları varmış. Bugün gezilebilen yeraltı şehrinin derinliği 85 metre ve sekiz kattan oluşuyor.

derinkuyuBundan sonra öğle yemeği için Belisırma’ya devam ettik ve şenlik asıl burada başladı. Yaklaşık 50 kilometre yol gittikten sonra rehberimiz yolun geri kalanını yürüyeceğimizi söyledi. Mesafe ne kadar diye sorduğumuzda 2.5 kilometre dedi. Biz hazırlıklı gelmiştik. Ayağımızda trekking botları vardı ancak ekipte babet ayakkabı ile gelenler olduğunu, çoğunluğun ise bez ayakkabı da dahil olmak üzere, spor ayakkabılar giydiğini görünce içim dondu. Ben yanıma iki de şemsiye almıştım, şemsiyeleri yüzümüze siper ederek tipi altında yürümeye devam ettik. Bu arada bu yolu nasıl geri döneceğimizin cevabı da meçhuldü!

Bir saate yakın süren bir yürüyüşün ardından Belisırma’ya ulaştık.

IMG_20150321_125431

IMG_20150321_130306

IMG_20150321_131216

IMG_20150321_131620Öğle yemeğini burada yedik. Açık hava bol oksijen ve bu kadar hareket iştahımızı iyice açmış olmalı ki gelen mercimek çorbasına ekmek bandırdığımı hatırlıyorum. Şu aşağıda gördüğünüz güveçi de silip süpürdüğümü tahmin edebilirsiniz. Bu esnada restoranın wi-fi bağlantısı dışında haberleşme aracımızın olmadığını da söylemeliyim. Ne Turkcell, ne Vodafone ne de Avea buralarda çekmiyor aklınızda olsun.

IMG_20150321_135048Dönüş için orada bulunann bir 4*4 aracın yardımı istendi ve gruplar halinde herkes tur minibüsünün bulunduğu noktaya çıkarıldı. bana kalırsa sadece bir yemek yemek için o kadar yol kara hazırlıksız yakalanan insanlara yürütülmemeliydi ve hatta turun daha fazla devam ettirilmesinin mümkün olmadığı söylenerek geri dönülmeliydi. Ya da en azından araca zincir takılmalıydı!  Böylece hava ve yol durumundan dolayı Ihlara Vadisi, Yaprak Hisar ve Selime Manastırı’nı göremeden dönüş yoluna geçtik.

Göreme’ye varmadan Güvercinlik Vadisinde fotoğraf çektik. Güverciklik vadisinin ismi, bölgede yaşayan insanların güvercin gübresi elde etmek için yaptıkları güvercinlikler ve kuş evlerinden kaynaklanıyor. İnsanın evcilleştirdiği ilk hayvanlardan biri olan güvercinler, hem gübresi hem eti hem de uçma ve yön bulma yetilerinden ve posta aracı olarak kullanılabilmelerinden dolayı çok önemli imiş o zamanlar. Öyle ki sonsuz bir beyazlık ve sukünet içerisindeki şu fotoğrafların çekildiği anlarda kuşlar burada sanki bahar gelmişçesine cıvıldamaya devam ediyorlardı.

IMG_3193-001

IMG_20150321_163113Sonrasında ise  bizi bir onix atölyesine götürdüler ardından da mağazada alışveriş için serbest zaman bıraktılar. Mağazada Sultanite adında bir yarı değerli taşı yerli yabancı misafirlere bölgenin taşı olarak anlattılar. Her ışıkta rengi değişen bu taşı daha önce hiç duymamış olmama epeyce şaşırdım. Sonra geri döndüğümüzde  biraz araştırınca görece yeni bir taş olduğunu ve çıkarıldığı yörenin Muğla olduğunu öğrendim. Yine de internette hakkında o kadar az bilgi var ki ne doğru ne yanlış kestirmek zor.

Göreme’ye geldikten sonra önce odamızda dinlendik sonra bu defa akşam yemeği için Tripadvisor’dan bulduğumuz TopDeck Cave Restaurant’ın yolunu tuttuk. Burası da tam bir aile işletmesi. Acıkan karınlarımızı öyle güzel doyurdular ve öyle sıcak bir ortamda servis ettiler ki anlatamam. Mutluluktan öldük ve cennete gittik o anlarda. Hem otantik bir mağarada yemek yemek hem de fahiş bir fiyatla karşılaşmadan ortalamanın üzeri bir lezzet arıyorsanız burası size göre. Gelen hesabın İstanbul fiyatları ile kıyaslandığında sizi üzmeyeceğine eminim.

IMG_20150321_191150

IMG_20150321_192233

Bizim Kapadokya’daki ilk günümüz böyle geçti. Arayı uzatmadan bir sonraki yazıda, Göreme Açıkhava Müzesini, Ürgüp’ü, Zelve Açıkhava Müzesini ve Paşabağ’ı anlatacağım.

Herkese nefis bir hafta diliyorum.

40 Yaş Projesi 5 : Mart’ta neler oldu neler

Mart ayını tam bir yüz karası olarak geçirdim! Ne kitap okudum, ne doğru dürüst film izledim. Eh buraya da uğramadım, yazı da yazamadım, bol bol haytalık yaptım ve pişmanım. Normalde gittikçe daha iyiye gitmesi gereken süreç nedense bir anda altüst oldu ve gerçekten çok işe yaramaz bir ay geçirdim. 😦 Bakalım neleri yapamamışız.. Kırık karnemi sizinle de paylaşayım ki belki Nisan sonunda aynı hezimetle karşılaşmama engel olur.

1- Ruhuma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar her ay  iki kitap okunacak.- Bırakın 2 kitabı 1 kitabı bitiremedim! Okuyamadım
  • Ayda iki tiyatro veya bale veya opera veya konsere gidilecek.- Gittim
  • Her hafta bir iyi film izlenecek- İzleyemedim
  • Mart sonuna kadar bir seyahat planlanacak.- Seyahate gittim
  • Haftasonlarına iş bırakılmayacak.- Bırakmadım
  • Haftada minimum bir blog yazısı yazılacak.- Yazamadım

2-Sağlığıma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar haftada iki gün yürüyüş yapılacak.- Yapamadım
  • Mutfak alışverişlerinde zararlı reyonlardan uzak durulacak.- Duramadım
  • Alkol tüketilecekse eğer iki kadeh şarap sınırı aşılmayacak.- Aştım
  • Televizyonda yemek kanalları izlemekten kaçınılacak.-İzlemedim
  • Uyku düzeni yeniden oluşturulmaya çalışılacak gece 12’den sonra yatmaktan kaçınılacak.- Yattım

3-Cüzdanıma iyi gelenler

  • Sabahları işe giderken taksiye binme huyundan vazgeçilecek.- Binmedim
  • Mart sonuna kadar alışveriş yasağı uygulanacak.- Almadım
  • Her ay bütçenin sabit bir kısmı bir kenara ayırılacak ve o meblağ yok sayılarak harcamalar buna göre düzenlenecek.- Ayırdım
  • Mart sonuna kadar eve dışarıdan yemek söylenmeyecek.- Söylemedim

Yaptıklarım ve yapamadıklarım arasında beni en çok üzen kitap okuyamamış ve düzenli yürüyüşe gidememiş olmak. Disiplin kazanmak gerçekten meşakkatli bir iş. Disiplinli olamamak ise  beni içten içe bir mutsuzluğa sevk ediyor. Rutine oturttuğum şeyleri yapmaya devam etmek ne  kadar  büyük bir huzur ve mutluluk kaynağı ise bana iyi geldiğini bildiğim şeyleri yapamadan/yapmadan geçen zaman da öylesine iç acıtıyor. Burada battı balık yan gider moduna girersem sanırım sene somnunda yine ağlamaya devam edeceğim. O yüzden bırakmıyoruz, yapamadığım yerden devam ediyorum.

Never Give Up

Kimi zaman hafta içi çok fazla seyahat ettiğim ve akşamları da çok geç saatlere kadar bilgisayar başında kalmak zorunda olduğum doğru. Ama yine de 2-3 gün üstüste çok çalışmış olmanın verdiği stresle rahatlamak için ya gece dışarı yemeğe, içmeye çıkıyorum ya da eve gelip  bir şarap şişesinin başına çöküyorum. Bu ne kadar doğru bir tercih çok tartışmaya açık! Evimizin altındaki spor salonuna insem ve 40-45 dakika yürüyüp bir de saunaya girsem  yeniden doğmuş gibi hissetme ihtimalim çok yüksek sanırım.  Ama işte alışkanlık edinmek bu kadar zor! Bunu bir kez becerebilirsem devamının geleceğini biliyorum. Sadece bir kez!

images (1)Peki ben bir Mart ayı daha yaşamak istiyor muyum? Sanırım hayır! O zaman ne yapıyorum?  Mesela bugün popomu kaldırıp spora gidiyorum. Elimizde yarım kalan kitabı bugün okumaya devam ediyor ve bu hafta sonuna kadar bitiriyoruz. Sonra yeni kitaplar seçiyoruz kendimize. Mesela bugün 40 Yaş Projesi serisi dışında bir yazı yazsam, 2 hafta önce gittiğimiz Kapadokya maceralarımızı anlatsam?  Eğer biraz daha ihmal edersem burası sadece aylık update verdiğim bir yere dönüşecek diye korkuyorum.  Ben bir kahve yapayım kendime ve başlayayım düşünmeye Kapadokya’yı! 🙂 Herkese çok güzel bir hafta diliyorum.

fail-fast-and-carry-on

Cambazın Cenazesi, Ops Passage ve sakin bir haftasonu

Cumartesi akşamı İzmir’den gelen bir arkadaşımızı da yanımıza alarak yine İkinci Kat‘taki ikinci tiyatro oyunumuzu izlemek için Karaköy’ün yolunu tuttuk.  Bu defa ilk seferki kadar ürkütücü gelmedi o daracık karanlık sokaklar. Erkenden geldiğimiz için tepe kattaki kafeye çıkıp çaylarımızı yudumladık.  Bu minik Cafede tam oyun öncesinde demledikleri çay taptaze, üstelik eğer isterseniz bunlara eşlik edebilecek tatlıları da var.

ikinci kat

Oyun vakti gelince salondaki yerlerimizi aldık. Aradan geçen zaman içerisinde salonlardaki koltuklar yenilenmiş. Sandalyeler yerine sinema koltukları gelmiş.  Ama söylemeden geçemeyeceğim bina gerçekten buz gibi idi ve bütün oyun boyunca içeride palto ile oturmuş olmama ve kaşkolum boynumda sarılı durmasına rağmen zaman zaman titredim. Hatta burnum buz tuttu. O yüzden aman diyeyim burada bir oyun izleyecekseniz ve hava da soğuk ise çok sıkı giyinin.

İkinci Kat geçtiğimiz Temmuz ayında “Yarının Oyunları” adında  4 oyundan oluşan bir serinin  ilk bölümüne imza atarak yaz aylarında kuruyup giden tiyatro sahnesine can vermiş.  Projenin tasarımını Sami Berat Marçalı yapmış ve oyunlarda  #dönüşüm, #ahlak, #adalet ve #medya temalarını ele alınmış. Bu temalar ise izleyicilerin katkısı ile yaz sezonundan aylar önce düzenlenen anketlerle belirlenmiş. Seçilen oyunların sadece 10 kez sahnelenmesi ve ardından programdan çıkarılması düşünülmüş ancak bu kural biraz esnemişe benziyor ki biz bu Cumartesi akşamı dönüşüm’ü simgeleyen “Cambazın Cenazesi“ni izledik ve iki gencecik tiyatro oyuncusu olan İbrahim Halaçoğlu ve Seda Türkmen’e hayran olduk. Modern tiyatro’nun, gölge oyunu, Karagöz – Hacivat ve meddahlık sanatı ile bir arada eriyip gittiği nefis bir dönüşüm hikayesini hem oynadılar, hem de anlattılar bize. Her ikisi de 10 kadar farklı karakteri birden canlandırdılar. Bazı yerlerde onlar da bizimle birlikte gülmekten katıldılar. Şimdiye dek hiç böyle bir oyun izlememiştim. Gerçekten de çok değişik bir anlatım tarzı kullanılmış. Görmenizi çok isterim.

cambazin_cenazesi_h49838_37897

cambazın-cenazesi2Bundan sonrasında eğer yetişebilirsek Ahlak temasının işlendiği Poz isimli oyunu izlemek istiyoruz ancak maalesef Adalet’in anlatıldığı “Let” ve Medyanın anlatıldığı “Rüveyda” çoktan programdan çıkarılmış gibi görünüyor.

İkinci Kat’ın 2015 Yaz Programı için bu defa 1000 kişinin katıldığı bir anket neticesinde #irade, #porno, #din ve #sınır kavramları konu başlıkları olarak seçilmiş. Program ise aşağıda…

İkinci Kat 2015 Yaz ProgramıBiz oyunun ardından ısınmak için Karaköy’de oturacak bir yer ararken Fransız geçidinde Ops Passage‘a denk geldik. Yaklaşık 2 -2.5 yıl kadar önce açılan Ops’un ardından Ops Passage şık mı şık bir restoran olmuş. Şarabın yanına hafif bir şey atıştırmak isteyince çok güzel bir avokado ve mozarella tabağı getirdiler. Bu defa kısacık oturabildik ancak açılalı sadece 1 hafta olmasına rağmen full dolu olan bu restoranı daha sonra denenecekler listesine ekledim bile.

ops passageBizim haftasonumuzun geriye kalanı sohbet ve muhabbet ile geçti. Yıllardır ilk kez sabah saat 6’ya kadar oturup sohbet ettim sanırım. Eve gelip yattığımda saat 7 olmuştu bile. Haliyle sabah geç kalkıldı, geç kahvaltı edildi. İşte bir haftasonu da böylece biteyazdı!

Herkese çok güzel bir hafta diliyorum.

İstanbul kazan biz kepçe geziniyoruz ağzımız kulaklarımızda…

Buralara uğrama sıklığım yine azalmaya başladı sanki. Hiç de memnun değilim bu durumdan çünkü haftalar ve günler boyunca aklıma gelen bir bir çeşit enteresan şeyi not dahi alamadan unutuveriyorum. Oysaki hergün biraz zaman ayırsam şu yazma işine geri dönüp baktığımda gerçekten de tadından yenmeyecek. Sokakta gezindiğim zamanlar dışında evde ya çalışıp ya da interneti karıştırmaya devam ediyorum. Tabi bu da planlarımın aksamasına neden oluyor. Bu ay hala doğru dürüst kitap okuyamadığım gibi sporla da ilişkilerim kesat. Ancak yarın sabahtan itibaren düzeltiyorum bu durumu kesin kararlıyım. Yeniden bir düzene girip o bayıldığım rutini yakalamak derdindeyim. Bu girizgahı bahaneler üretmek için de yazmadım. Biliyorum ki eğer gerçekten bir şeyleri başarmayı istiyorsam  bir yolunu bulmalıyım ve bahane üretmeyi bırakmalıyım. Bu arada internette de boş boş gezinmedim aslında, yeni tiyatro ve uçak biletleri almak gibi heyecan verici yeni planlarla meşguldüm ama tabi bunlar da bahane değil. 🙂

ways-to-motivate-yourself-to-studyBu son bir iki haftada epeyce dışarıdaydım. O kadar keyifle gezindim ki İstanbul sokaklarında bir kere daha bayıldım yaşadığım bu hırçın ve nazlı, güzel ve büyüleyici şehre. Bu aralar kafayı taktığım bir restoran var. Daha önce de yazmıştım Leyla‘yı, hani Deniz Türkali ve Serra Yılmaz’ın açtığı Cihangir Akarsu Caddesindeki restoran. Kocaman bir barı olan ve daha  ilk gittiğimde sık sık gideceğimi bildiğim Leyla. Enteresan bir huzur var burada. Barmenleri çok güler yüzlü, gelenler kendi halinde, İstanbul’da sakin sakin barda oturabileceğiniz çok az sayıda yerden biri sanırım. Burayı o kadar sevdim ki Cihangir’de yaşamayı aklından bile geçirmeyen biri olduğum halde çakırkeyif olduğum bir akşam acaba buraya mı taşınsak fikri aklımdan gelip geçti.

İstanbul’a ilk taşındığım sene ben Koşuyolu’nda Adam Cihangir’de otururken gittiğimiz TEDx konferansında Levent Erden’e denk gelmiştik. Benim Ankara’dan gelip de bir de Koşuyolu’nda oturmaktan çok mutlu olduğumu duyunca bana hafiften taşralı muamelesi yapmıştı ve belli etmesem de  o gün müthiş kızmıştım kendisine 🙂 Geçenlerde bir akşam Leyla’da yine kendisine rastlayınca bu konuşmayı da hatırlatma şansımız oldu. Cihangir’e belki sadece Leyla yüzünden taşınırım dediğimde bana “eh o da enteresan bir sebep” dedi 🙂 Bu defa altta kalmayıp neden Ankara’lılara bu kadar yükleniyorsunuz dediğimde, ben de 17 yıl Ankara’da yaşadım dedi. Öyle ki Ankara’yı bir cefa memleketi olarak hatırlıyor gibi bir hali vardı. Şimdi düşünüyorum da ah Ankara ne çektin bu şehir kıyaslamasından be canım. Yakın zamanda Ankara’dan bir arkadaşım da İstanbul tutkumla ile ilgili bana serzenişte bulununca  dedim ki Ankara’yı gücendirmemek lazım.  Her memleket ayrı güzel, hepsinin güzelliği de var çirkinlikleri de ama kimse alınmasın bu defa yine İstanbul’dan bahsedeceğim. Bir kusur işlersem, sürç-i lisan edersem şimdiden affola.

Gelelim Leyla’ya… Bana kalırsa Leyla’da barda oturulmalı, sandalyeler gerçekten çok rahat ve masaların arada bıraktığı mesafeye nazaran sohbeti çok daha samimi bir konumda sürdürmek mümkün. Üstelik barmenlere de birbirinden harika kokteyllerinizi istediğiniz gibi hazırlatma şansınız var. Burada içtiğim herşeye bayıldım şimdiye kadar. Üstelik alkolü kıt kokteyller de değil bunlar. Bir tane içince kikirdemeye başlayıveriyorsunuz.

leylaBira ve rakı tabakları efsane bence. Kızartma yapmayı gerçekten çok iyi biliyorlar. Öte yandan menülerindeki vegan tatlardan biri olan körili ve hindistan cevizli bal kabağını deneme şansımız oldu geçenlerde. Tek kelime ile bayıldım. Şimdiye kadar vegan yemeklerden hep uzak durmuş ve bu yemekleri yenilemez kategorisinde konumlamıştım. Balkabağı o kadar nefisti ki sağlıklı ve temiz yemek konusunda epeyce sık yazan ve severek takip ettiğim One Life Be Fit ve Doyasıya Yaşamak bloglarındaki restoran önerilerini ve yemek tariflerini daha can kulağı ile dinler oldum. Bu bloglarda gördüğüm kabaktan spagetti ya da karnabahar pilavı sizin kulağınıza ne kadar çekici geliyor bilmiyorum ama ben ilk fırsatta deneyeceğim. Bir de restoran adresi öğrendim onlardan Bi’Nevi varmış Karaköy’de. Çoktan listeye eklendi bile.

Geçen  hafta yeniden uğradığımız bir başka mekan Mana oldu. Genelde bir mekan hakkındaki ilk izleniminiz çok iyi ise zaman içerisinde memnuniyetsizlikler ortaya çıkmaya başlaması çok genel bir durumdur benim için. Mana bunun tam tersinin çok güzel bir örneği. Öyle ki her gittiğimde neden buraya daha sık gelmiyorum diye düşündürüyor bana. Hafta içi bir akşam hazır Karaköydeyiz nerede oturalım diyince yine kendimizi Mana’da bulduk. Lezzetten gözümüz döndü dersem yalan olmaz. Uzun rakı menüsünden seçtiğimiz rakıya bayıldık. Adını hatırlayamıyorum ama üç kez damıtımış bir rakı idi. Üç kişi bir 35’lik söyledik. Bardaklarımızı da ata bardağı seçtik. Sonrasında damaklarımız çatırdayarak mezelere ve ara sıcaklara gömüldük. 3-4 kişi gitmek için enfes bir yer bence Mana. Çok kalabalık gittiğimiz hiç bir yerden çok büyük bir tat alamıyorum ben. O yüzden grup yemeklerini de pek sevmiyorum, ne yediğimden ne de konuştuğumdan bir şey anlıyorum böyle kalabalıklarda. Mana ile ilk tanışmamız da böyle bir grup yemeği ile olduğu için sanırım sonrasındaki her gidişimde daha çok beğendim burayı. Gelelim mezelere, kağıtta kokoreç mutlaka denenmeli, yaprak ciğerleri lokum gibi, mücver evde yaptığımızın aksine top top,  ızgara köfte leziz mi leziz, bulduğum zaman asla kaçırmadığım topik de öyle. Özellikle baharda daha da keyifle oturulabilecek bir mekan Mana. Hala gitmeyen görmeyen varsa bir şans verin derim.

Desktop4Bir başka güzel yer Bebek’deki Divan Brasserie. Burada önce bir baby shower kahvaltısı ettik ve açık büfesini denedik ancak asıl bomba haftasonları sundukları açık büfe değil hafta içi gelip ala carte menülerinden seçebileceğiniz egg benedict imiş! Şimdiye kadar yediklerimin en iyisi ve benim damak tadıma en uygunu idi. Gördüğünüz tabağı sıyırıp tertemiz yapmayı ihmal etmedim. Denize nazır bir ortamda, sakin bir şekilde boğazın tadını çıkarıp nefis bir yumurta yemek isteyenler haftaiçi bir sabah uğrasın derim.

divan egg benedict

bebek divanSona sakladığım iki nefis yer var ki özellikle bir tanesi beni şaşırtmakla kalmayıp büyüledi de. İstiklal Caddesi 201 numaradaki Ravouna 1906. 1894 yılında İstanbul dogumlu Alexandre D. Neocosmos Yenidunia ve C.P Kyriakides tarafından projelendirilip, İtalyan Ravouna ailesi için bir antika mağazası ve ev olarak tasarlanan binanın inşaatı 1906 yılında tamamlanmış. İyi korunmuş, ikinci derece bir tarihi binanın ahşap barında bir kahve içmeye ne dersiniz? Ya da  yukarı katta güzel bir yemek yemeye. İstanbul’un bu insanı şaşırtan hallerine bayılıyorum. Ne zaman karşınıza nasıl bir sürpriz çıkacağı gerçekten de belli olmuyor. İçeri adım attığınız andan itibaren çağ değitirip gerçekten de 1900lerin başlarına Art Nouveau’nun en güzel zamanlarına gidiveriyorsunuz.

ravouna 1906

IMG_20150309_193029Biz yediğimiz herşeyi çok beğendik buna gelen hesap dahil! Bir şişe şarapla birlikte bir karidesli gyoza, ıspanaklı piliç sarma ve bonfile külbastı 165 lira. Bu kategorideki pek çok restoranda daha fazlasını ödeyeceğimize nerede ise eminim.

ravouna 1906 3

Ravouna 1906 5

Screen Shot 2015-03-10 at 11.37.17 PMGelelim son sürprize. İstanbul’da caz müzik diyince benim aklıma hemen Nardis ve Nublu gelirdi. Meğer, Beyoğlu’nda başka bir cevheri bizden saklıyormuş. Huzurlarınızda Cafe Mitanni. Haftanın her günü Türkiye’nin caz müzisyenlerini sadece 10 TL karşılığında dinleyebileceğiniz minicik bir bistro burası. Beklentinizi yükseltmek istemem, lüks bir yer değil, incecik, daracık içi dolu turşucuk bir yer. Ancak caz ve bir kadeh birşeyler içmek için son derece ideal. Bizim gittiğimiz akşam Sarp Maden çalıyordu.

cafe mitanni 2

cafe mitanni 1

cafe mitanniBenden şimdilik bu kadar, arayı açmadan yeni bir yazı ile karşınızda olmak diliyorum.

40 Yaş Projesi 4: Şubat Ayı Bilançosu

Şöyle bir bakıyorum da bütün Şubat ayı boyunca nerede ise buralara hiç uğrayamadım. Ama hazır bir pazar günü yine akşam yaklaşırken uzun mu uzun bir yazı yazıp hem Şubat ayı bilançosunu çıkarmaya hem de bu aydan aklımda kalanları yazarsam nefis olur dedim. Maksat arayı kapatmak buralardan çok uzak kalmamak değil mi? Öncelikle gelelim bu ayın bilançosuna. Geçen ay yaptığım gibi yine her bir kriter üzerinden değerlendirmeleri bu defa daha uzun uzun yazdım.

1- Ruhuma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar her ay  iki kitap okunacak. OKUDUM

Bu ay da iki Kitap okumayı başardım, hatta daha fazlasını da okuyabilirdim belki ama hem sosyal programlar hem de Cuma akşamından beri yakamı bırakmayan grip biraz engel oldu. Ancak durmak yok, okumaya devam. Evde okunmayı bekleyen onlarca kitabın yanında nerede ise her hafta elimde yeni kitaplarla eve gelmeye devam ediyorum. Diyorum ki hepsinin zamanı var, bir gün okunurlar. Gelelim bu ay okuduğum ilk kitaba.

Engereğin Gözündeki Kamaşma: Zülfü Livaneli’nin okumadığım nadir kitaplarından biri idi bu kitap. Osmanlı Sarayında tahminen 4. Murattan sonra tahta geçen Deli İbrahim’in hayatından kesitler bu roman Livaneli’nin bilinen  ilk romanı imiş. Beni diğer kitapları kadar çok sarmadı. Bir Mutluluk ya da Leyla’nın Evi değil bence ama bu da rahat okunan Zülfü Livaneli kitaplarından biri.

Engereğin Gözündeki Kamaşma

Muhteşem Yüzyıl – Teşhir-i İhtişam Sergisi: Kitabı bitirdiğim haftasonu annemlerin burada olması sebebi ile onlara değişik ve ilgilerini çekecek bir aktivite ararken Muhteşem Yüzyıl sergisi gözüme çarptı. Diziyi uzaktan, kamuoyundaki tartışmalardan takip etmiş biri olarak bu sergi ile gerçekten güzel bir pazarlama tekniği uyguladıklarını söyleyebilirim. İstanbul’dan sonra pek çok başka ülkeyi de gezecek olan sergi  Türkiye’de türünün ilk örneği. Sayılarının artması ciddi bir ekonomi ve ihraç potansiyeli yaratabilir gibi görünüyor.  Ben en çok misler gibi hamam kokan hamam kısmını sevdim ancak sergi annem ve babamın çok hoşuna gitti. Onlar mutlu olunca doğal olarak ben de oldum 🙂

Muhteşem Yüzyıl

Golem ve Cin: Okuduğum ikinci kitap Helene Wecker’ın Golem ve Cin kitabı oldu. İnsan ve doğaüstü varlıkların doğası üzerine çok sürükleyici bir hikaye anlatıyor bu roman. Çöllerden gelen bir  cin ve  kilden yapılmış bir kadın olan Golem’in hikayesi. Bir solukta bitireceğinize eminim.

IMG_20150201_215012

  • Ayda iki tiyatro veya bale veya opera veya konsere gidilecek. GİTTİM

Bu ay bir müzikal bir de tiyatro oyunu izledim. Her ikisine de bayıldım.

Lüküs Hayat: Yıllardır duyduğum, adını çocukluğumdan beri bildiğim belki de Türkiye’nin en ünlü müzikali Lüküs Hayat Şubat ayında üç gece üst üste Zorlu PSM’de oynadı. İlk etapta bilet alırken belki biraz nostaljik bir şey izleyeceğimi düşünmüştüm ancak sadece nostaljik değil aynı zamanda yaklaşık üç saat sürecek müthiç bir performans izleyeceğimi aklıma getirmemiştim. Haldun Dormen’in yeniden sahneye koyduğu bu nefis eseri izlemek çok büyük bir şans oldu benim için. Türkiye’de neden müzikal olmuyor diye sorup dururdum meğer varmış istenirse gerçekten ne harikalar yaratılıyrmuş hem de ne harika dekorlarla. Olurda yeniden sahnelenecek olursa mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

Lüküs Hayat

 

Üst Kattaki Terörist: Pek çok blogda okuyup da merak ettiğim bir oyundu Üst Kattaki Terörist. Emrah Serbes’in aynı isimli hikayesinden uyarlama olan bu oyun gerçekten de çok güzeldi. İzlerken kah gözlerimiz doldu kah kahkahalara boğulduk. Üst katta oturan öğrenci Kürt genci ile  doğuda bir terör saldırısında kaybettiği abisinin yasını tutan ufaklık arasındaki hikayeyi anlatan oyun Karaköy’de İkinci Kat’ya oynuyor. Epeyce izbe bir sokak ve Karaköy’ün o bilindik kafe ve restoranlarının olduğu bölgeye ters bir yönde. Ben şimdi bu tiyatronun diğer oyunlarını da takibe aldım, size de bir şans vermenizi tavsiye ederim.

IMG_20150221_201202

  • Her hafta bir iyi film izlenecek- SADECE 2 FİLM İZLEYEBİLDİM.

Bu ay annemlerin burada olması benim film izleme işimi epeyce tavsattı. Akşamları ben bilgisayar karşısında çalışırken onlar TV karşısında Türk dizilerinin altını üstüne getiriyorlar. Ancak yine de iki film izledim Her ikisini de tavsiye ederim. Bakalım eneler izlemişiz.

Big Eyes: Big Eyes şimdiye kadar izlediğim en normal Tim Burton filmi. 1950-60’larda geçen bir  Margaret Keane ismindeki bir ressamın hayat hikayesini anlatan film su gibi akıp gidiyor. Çok çarpıcı değil, hikayesi güzel, görüntüleri ve renkleri güzel bir pazar öğleden sonrasına çok yakışır.

big eyesThe Hundred-Foot Journey: Bu aralar Hint yemek filmlerinde bir artış var gibi geliyor bana. Yakın zamanda izlediğim Lunch Box’ın ardından  The Hundred-Foot Journey’i de çok beğendim ve kuzu eti yiyemeyen ben bile Hint Yemeklerine bir şans daha vermeye karar verdim. Film bir Fransız kasabasında geçen biri Fransız diğeri Hint mutfağı servis eden iki restoran ve bu restoranın sahiplerinin hikayesini anlatıyor. Bu da güzel bir pazar filmi. Eğer yemek filmlerinden hoşlanıyorsanız kaçırmayın derim.

hundredfootjourney

  • Mart sonuna kadar bir seyahat planlanacak- Bunu geçen ay planlamıştım zaten! 20-22 Mart’ta bir haftasonu için Kapadokya’ya gidiyoruz. Bu ara Instagramda o kadar çok Kapadokya resmi paylaşıldı ki, hücüm mu var diye düşünmekten kendimi alamadım. Biz biletlerimizi aylar evvel bir THY indiriminden almıştık. İki kişi gidiş dönüş 210 TL’ye gidip geleceğiz. Otel rezervasyonumuz da hazır tek eksiğimiz iyi bir restoran listesi. 
  • Haftasonlarına iş bırakılmayacak.- BIRAKMADIM!  Ama hafta içi akşamları çalıştım. Bir de bu hafta Cuma akşamı epeyce istisnai oldu lakin benim elimde olan bir durum değildi
  • Haftada minimum bir blog yazısı yazılacak. YAZAMADIM. Mart’ta daha iyi olacağım bu konuda! Söz!  

2-Sağlığıma iyi gelenler

  • Mart sonuna kadar haftada iki gün yürüyüş yapılacak- YAPAMADIM. Ama geçen aya göre daha iyi bir performans sergileyerek 1 kez değil 6 kez yürüdüm. 

Evet yine kriteri tutturamadım ama bu defa şeytanın bacağını gerçekten kırdım. Geçen ayın değerlendirme yazısını yazdıktan sonra hayatımda özellikle iki konuyla ilgili gelişme sağlamayı çok istediğime karar vermiştim. Birincisi daha çok hareket etmek , ikincisi ise daha iyi dinlenebilmek. Ayın ilk iki haftası daha düzenli ve sakin şekilde geçtiği için kendime verdiğim bu sözü tutmak da epeyce kolay oldu. Yaptığım şey aslında çok acayip birşey de değil. Sadece evin altındaki spor salonuna inip 45 dakika- 1 saatlik bir yürüyüş yapıyor ve ardından ya duş alıp eve çıkıyor ya da sauna ve buhar odasını kullandıktan sonra evin yolunu tutuyordum. Ancak ayın 3. haftasının yarısını Ankara’da geçirince bu düzen hafiften şaşmaya başladı. 4. hafta ise yine araya seyahat  girip de haftasonuna doğruda hafif bir boğaz karıncalanması gribe çevirince bu haftayı maalese pas geçmek zorunda kaldım. Bu yazdıklarımın hepsi doğru ama biliyorum ki hala bahane ediyorum. Daha iyisini yapabilirim.

IMG_20150211_144200

Sadece bir hedef gibi düşümedim bu yürüyüşleri, çünkü görev bilinciyle yaptığımız herşey zorunluluk hissinden dolayı gerçekten de bir süre sonra can sıkıcı hale geliyor. Mesela spor salonunun soyunma odasına girdiğim anda neden bilmem beni bir acele alır. Bir an evvel giyinip kendimi oradan atmak zorunda hissederim kendimi. Aynı şekilde sporu bitirdikten sonra da duşa bir hışım girip bir hışım çıkarım normalde. Bu defa öyle yapmadım. Spor çantamı yavaş yavaş keyifle hazırladım, aşağıya da inince sanki arkamdan kovalıyorlarmış gibi davranmadım. Yürüken de, duştayken de kendimi nasıl hissettiğime odaklandım. O an ne hiisettiğime odaklanmak ne kadar keyif veren bir şeymiş  bir kez daha keşfettim. Yürüdükçe, kaslarımı hissetmeyi ne kadar özlediğimi farkettim.

  • Mutfak alışverişlerinde zararlı reyonlardan uzak durulacak.- Uzak durdum 
  • Alkol tüketilecekse eğer iki kadeh şarap sınırı aşılmayacak.- Yine aştım  Evet alkol sınırını aşarken bakın nerelerde gezdim 🙂

Anadolu Break: Arkadaşlarımdan birinin yaklaşık bir ay süren Tayland-Kamboçya ziyaretinin ardından İstanbul’a döndüğü akşam yemek yemek için gittiğimiz Mama Shelter’da tesadüfen bir partiye denk geldik ve  !f istanbul – Bağımsız Film Festivali’nde ilk kez gösterimi yapılan Anadolu Break isimli belgesel film için RedBul’un verdiği partide bulduk kendimizi. Aşağıda R&B ve Anadolu ritimlerinin halayların, horonların, zeybeklerin nasıl bir araya geldiğini izleyebilirisiniz. Söylemeden de geçmek istemem. Mama Shelter’da hem içkiler hem yemekler hayal kırıklığı!

North by Levent Özçelik: Bu ay gittiğimiz ikinci parti Karaköy’deki Gradiva Oteldeydi. Viskinin su gibi aktığı geceden biz de payımıza düşeni aldık! Partinin adı North by Levent Özçelik… Gerçekten de kuzey, kar ve beyaz çok güzel değil mi? Kim istemez, İzlandayı, Kutupları, Alaska’yı görmek? ben bu projede çalışan arkadaşları çok çok kıskandım. Lapland’e gitmek, iglo evlerde kalmak, husky’lerin çektiği kızaklarda kaymak…. Bu aralar bir yarım tropik bir iklimde ayaklarımı açık mavi sulara sokmak isterken, diğer bir yarım da kutuplarda olmak istiyor… Bu ne çelişki ben de bilemedim.

Bu kadar alkol ortamının orta yerinde bir de keyifli öğleden sonra rakısı içtik ki bu ay tadı hala damağımda!  Boğazda kahvaltı ettiğimiz bir pazar günü, hafif bir yürüyüşten sonra ani bir fikirle rakı sofrasına oturmaya karar verdik! Ardından Kuruçeşmeden bir motora binerek karşıya geçtik ve kendimizi Çengelköy’deki Villa Bosphorus‘ta bulduk. Ben İstanbul’a taşındığımdan bu yana bu kadar keyifli bir yerde oturduğumu, yediğimi, içtiğimi bilmiyorum!  O gün öyle güzel bir hava vardı ki, keyiften dört köşe olup, içimden binlerce kere  şükrettim beni İstanbul’a getiren iş ilanına, bu şehirde edindiğim yeni arkadaşlara! İstanbul’daki üçüncü yılımı tamamladığım şu günlerde bu şehirle aramdaki bağın hiç bir zaman kopmamasını diliyorum.

Çngelköy- Villa Bosphorus

  • Televizyonda yemek kanalları izlemekten kaçınılacak.- İZLEMEDİM.- Hatta Instagramda bile takipettiğim yemek paylaşan hesapları takip etmeyi bıraktım, sadece eş dostu insanlar kaldı. 
  • Uyku düzeni yeniden oluşturulmaya çalışılacak gece 12’den sonra yatmaktan kaçınılacak.BU AY DAHA İYİ UYUDUM!  Bu ay uyku konusunda çok ilerleme kaydettim! Saat 12.00 gibi yatmayı becerdim. 

3-Cüzdanıma iyi gelenler

  • Sabahları işe giderken taksiye binme huyundan vazgeçilecekBİNMEDİM Hatta Taksiye binmediğim için otomatik olarak günlük hareket miktarım da arttı. Telefonumdaki fit uygulaması spora gitmediğim günlerde bile günde 1 saat yürüyüş limitini doldurduğumu söyleyip beni sevindirdi. 
  • Mart sonuna kadar alışveriş yasağı uygulanacak- ALMADIM
  • Her ay bütçenin sabit bir kısmı bir kenara ayırılacak ve o meblağ yok sayılarak harcamalar buna göre düzenlenecek- AYIRDIM
  • Mart sonuna kadar eve dışarıdan yemek söylenmeyecek- SÖYLEMEDİM. Aferin bana 🙂

İşte yazamadığım zamanları da hafiften toparlamaya çalışan bir Şubat değerlendirmesi sonunda bitti. Buraya kadar okuyabildi iseniz ayrıca teşekkürler.

Bugün Mart’ın ilk günü idi. Şunun şurasında bahar geldi bile… Koca yılın iki ayını daha yedik işte… Herkese nefis bir ay ve sendromsuz Pazartesiler diliyorum…

Bir haftasonu daha kapıda… İstanbul, yemeler, içmeler, gezmeler…

Bahar tadında geçen koca bir haftanın ardından önümüzdeki kar yağışı ve fırtına yine kapımızda… Tam da haftasonunun başladığı şu saatlerde son zamanlarda  deneme şansını bulduğum restoranları paylaşacağım bir yazı yazmak geldi içimden. Kar gelmeden, yeniden evlere tıkılmadan son çıkış olabilir bu haftasonu! İstanbul alternatifleri bol bir şehir o yüzden binlerce seçenek arasından ne yapacağınıza karar vermek de bazen gerçekten zor oluyor. Kiminde yer bulamıyoruz, kimi zaman da düşün düşün nereye gideceğimize bir türlü karar veremiyoruz. İşte huzurlarınızda benim son zamanlarda denediklerimden bir demet.

Moda Meyhanesi- Kadıköy’de yaşayanlar için çok kendi halinde, şirin mi şirin, temiz ama çok sadece bir meyhane Moda Meyhanesi. Modalıların hizmetinde çünkü telefonla rezervasyon almıyorlar. Kapıdan uğrayıp yapıveriyorsunuz rezervasyonunuzu. Avrupa yakasına taşındığımdan beri yolum nerede ise hiç düşmüyordu Kadıköy’e. Hatta öyle ki Moda’da oturan arkadaşlarımızın da tatlı tatlı serzenişlerine maruz kalıyorduk uzun zamandan beri. Bir haftasonu Adamla bugün nereye gidelim diye konuşurken ikimizin de aklından Moda’nın geçmesi bir tesadüf değil herhalde diye düşündük. Önce Galata’da iki arkadaşımızla buluştuk ardından da ver elini Moda diyip, uzun zamandır ilk defa vapura bindik. Ne keyifli bir şeymiş vapura binmek bir kere daha hatırladık. Modalı arkadaşımız bizi  karşılar karşılamaz, onun rehberliğinde Moda Meyhanesinin yolunu tuttuk.  Birazdan herbiri değişik desenli, minik minik tabaklarda mezeler geldi soframızı donattı. Adet Klüp Rakısı içmekmiş burada biz de bozmadık. Yanına gelen beyaz leblebiye bayıldık. O akşam uzun uzun hayattan bahsettik, aşktan konuştuk… Öyle keyifli bir akşamdı ki tadı damağımızda kaldı, yine gelelim dedik. Biz geceyi Kadıköy Sahne’de denk gelen bir konseri dinleyerek bitirdik. Bütün kurtlarımızı da döküp orada bıraktık.

moda meyhanesiKasabım: Bir Cuma akşamı dışarı çıksak mı çıkmasak mı diye nerede ise 2 saatten uzun süren bir ikilemin arkasından ha gayret diyerek kendimizi Cihangir’e attık. Amaç, önce biraz yemek yedikten sonra o bar senin bu bar benim gezmek. Akarsu caddesinin piyasa mekanlarının tamamının dolu olmasını da fırsat bilip, uzun zamandır önünden geçtiğim ama bir türlü içeri girmediğim Kasabım’a yöneldik. Burası gerçekten de bir kasap. Biz bonfile istedik ama epeyce masaya iskender gittiğini de gördük. Et güzel, az pişmiş isteyince gerçekten az pişmiş getiriyorlar. Fiyatlar normal et restoranlarındaki seviyede. Hızlıca yemek yiyip kalkmak istiyorsanız mantıklı bir seçim.

IMG_20150123_210752Çok Çok Thai: Wagamama’nın hindistancevizi sütlü bütün yemeklerini sömürdükten sonra İstanbul’da Thani mutfağını başka bir yerde deneyelim isteği ile gittiğimiz Çok Çok Thai’den çok tat alamadık. O yüzden bu yöndeki arayışlarımız devam ediyor. Olur da sizin bildiğiniz bir başka restoran varsa lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin.

Screenshot_2015-02-06-18-19-09Kayseri Mantıcısı: Ankara’lılar eğer olur da şimdiye kadar gitmeyen var ise Yıldız’daki Kayseri Mantıcısına bu haftasonu uğramanızı şiddetle tavsiye ederim. Burası benim daha önce bir kaç kez gittiğim ve her defasında da ağzım kulaklarımda ayrıldığım bir aile işletmesi. Memnuniyet garanti. Annem Kayserili, mantıyı evde yemeye alışmış biriyim ama ölmeden önce bir de buranın mantısı mutlaka yenmeli! Hamur incecik, midenize oturmuyor. Mantıdan önce söylediğimiz yaprak sarması müthişti. Sonra bir sucuk içi getirdiler ki yeme de yanında yat! Biz kıtlıktan çıkmış gibi saldırdık hepsine. Herşey tek kelime ile enfesti. Pişmemiş, dondurulmuş şekilde de bu ürünleri alıp evinize götürmeniz mümkün. Şimdiden hepinize afiyet olsun.

IMG_20150121_171517

IMG_20150121_170118Karaköy Lokantası: İstanbul’un en keyif veren mekanlarından biri Karaköy Lokantası sanırım. ben ilk kez bu hafta gidebildim ve neden daha önce gelmedim diye de epeyce hayıflandım. Gerçekten çok keyifli, tertemiz beyaz masa örtülü, garsonların fır döndüğü, yemeklerin her birinin lezzetten yıkıldığı bir işletme burası. Bir Hünkar Beğendi yedim ki tadı hala damağımda. Bir dahaki sefere bir akşam yemeğine gitmek lazım diye düşündüm Lokanta’dan ayrılırken.

IMG_20150203_121857

IMG_20150203_123611Şimdilik benden bu kadar. Herkese keyifli sofralarda şen kahkahalar atacağı nefis bir haftasonu diliyorum.

Bir Cumartesi gününün hikayesi… Ministry of Coffee, Biella, Muji, Kantin, Whiplash, The Theory of Everything

Bazı sabahlar çok ama çok enerjik uyanırken bazı sabahlar nedense sürüne sürüne banyonun yolunu bulup ancak duşta sıcak su saçlarımdan aşağı süzülmeye başladığında ayılabiliyorum. Hatta daha sonrasında da kahvaltı etmeden canım evden dışarı adım atmak istemiyor… Cumartesi günü keyifle uyanıp, enerji patlamasıyla yataktan kalkınca ilk iş duş yapıp üstümü giyip kendimi dışarı atıverdim. Uzun zamandır nerede ise herkesten duyduğum Top Ağacındaki Ministry of Coffee’nin kahvesini tatmanın tam zamanı gelmişti de geçiyordu bile. 20-25 dakikalık bir yürüyüşün ardından Ministry of Coffee’ye geldiğimizde içerisi hınca hınç doluydu. Ufak bir mekan, gürültülü, sohbet edip kahvesini yudumlayanların yanında, sanki etrafta hiç kimse yokmuşçasına oturmuş, kahvesini yudumlayanlar da var.

MOC Istanbul

MOC Istanbulİki kişilik bir masaya sığışıverdik, dışarıda yer açılırsa bize haber vermelerini rica ederek menüden siparişimizi verdik. Menülerini çok incelemeden hızlıca bir cafe latte bir de baconlı yumurta söyleyiverdim. İlk kahvelerimizi içeride içtikten sonra yer açılınca hızlıca dışarıya taşındık.

MOC Istanbul

ministry of coffeeBaget ekmeğin içerisine koydukları, baconlı omlete Adam bayıldı ancak uzun süredir ekşi mayalı ekmek tükettiğim için benim çok hoşuma gitmedi. Hem incecik omlet ekmeğin içinde kaybolmuş gibiydi, hem de çok fazla ekmek yiyormuşum gibi hissedince kahvaltıdan istediğim tadı alamadım. Sandviçler açık sandviç olarak hazırlanıp, ekmeği kızartılsaymış ne efsane olurmuş diye düşünmeden de duramadım.

Çok fazla butik kahveciyi gezmemiş olmakla birlikte geçtiğimiz haftalarda gittiğimiz Kronotrop’un kahveleri bana daha güzel gibi geldi. Hatta geçenlerde Çırağan Otelinde iş için gittiğimiz bir kahvaltıda söylediğim cafe latte bile sanırım MOC Istanbul’unkinden daha iyiydi. Benim zevkime uymadı ama kim bilir belki siz de Adam’ın damak tadına sahipsinizdir ve burada keyifle sofradan kalkabilirsiniz.

Karnımız doyduktan sonra Teşvikiye’ye doğru çıkıp, Biella’ya uğradık. Biella benim zaman zaman takı almak için uğradığım bir dükkan. Fiyatları Kısmet ya da Bee Goddess gibi uçuk değil orijinal ve her zevke göre değişik şeyler de bu dükkanda bulunabiliyor. Ben daha önce aldığım yüzükleri tamire verdim ve bir şey almadan çıktım.

Uzun zamandır evde kutuların içerisine tıkıp maalesef aradığım zaman bulamadığım takılarımı organize edeceğim bir çözüm arayışı içerisindeydim.  Alışveriş sitelerinde gezerken gördüğüm kocaman takı dolapları da hiç içime sinmiyordu.  Hazır Nişantaşında dolanırken, Muji’de aradığım tarzda bir şeyler olabilir düşüncesi aklımdan şimşek gibi geçti. Dükkandan içeri girdikten sonra da aradığımı bulmam çok zor olmadı. Deneme babında o anda kullanışlı olabileceğini düşündüğüm çeşitli parçaları bir araya getirdim ve gerçekten de takılarımı pratik bir şekilde birbirine karıştırmadan, çok yer kaplamadan saklayacağım bir çözüme kavuşmuş oldum. Henüz bunlara ekleyeceğim bir iki parça daha var ama yine de sonunda bu uzun zamandır kafamın bir köşesinde yer etmiş derdime derman bulduğum için çok mutluyum.

mujiBu tarafa her geldiğimizde yaptığımız gibi Kantin‘e uğrayıp bir mısır ekmeği, bir zeytinli, bir de ekşi mayalı ekmek kapıp evin yolunu tuttuk. Ben takılarımı yerleştirdim, ekmekleri buzdolabına koydum,  sonra gelsin sinema keyfi. Öğleden sonramızı bu sene Oscar’a aday olan filmlerden ikisi şenlendirdi.

İlk olarak The Theory of Everything‘i izledik. İngiliz fizikçi ve evrenbilimci Stephen Hawking’in hayatı anlatılıyor filmde ve başrol oyuncusu Eddie Redmayne bildiğiniz harikalar yaratıyor. Hawking’in 21 yaşında iken yakalandığı ALS yüzünden bütün sinir sistemi felç oluyor. Hatırlarsanız geçtiğimiz yaz mevsiminde ALS için bilinç oluşturmak üzere çoluk çocuk kafasından aşağıya buzlu kovalarda su boşaltıyordu. Her ne kadar bu kampanya sonradan tam bir eğlence aracına dönse de en azından hepimize ALS’nin ne olduğunu hatırlattığı için faydalı olmuştur diye umuyorum. Hastalığın zarar vermediği tek organ beyin. İşte bu sayede, İlk hastalığa yakalandığı 1960’larda tüm doktorlar iki yıl ömür biçerken Hawking standartları altüst ederek bilimadamı kariyerini sürdürüyor ve bugünlere geliyor. Hikaye etkileyici. Biyografi sevenlerdenseniz bu filmi de beğeneceğinizi düşünüyorum.

the theory of everythingİkinci olarak Whiplash‘i izledik. Genç bir bateristin orkestra şefi ile  gerilim dolu hikayesi. Gerçekten de hem keyifle hem de biraz asabınız bozularak izliyorsunuz filmi. Orkestra şefi J. K. Simmons’ın performansına hayran kalmamak mümkün değil. Öğrencileri üzerinde kurduğu korkunç baskı ve aşağılama ile onların içindeki cevheri ortaya çıkarmaya çalışan orkestra şefinin ne derece acımasız olabildiğini gördükçe içiniz cız ediyor. Filmin ilk yarısında “aslında yumuşak bir kalbi var ama kesin disiplinden taviz vermemek için bu kadar acımasız davranıyor” diye düşünürken, film ilerledikçe kendisine kalbimizden geçen en güzel dilekleri! iletmekte bir mahsur görmedik. Eğer psikolojik gerilim seviyorsanız sakın kaçırmayın. Gerçekten de güzel bir film ve güzel bir sonla bitiyor.

whiplashSon not olarak, haftanın ilk gününü bitirmemize saatler kala, eve yorgun argın gelip, ardından yemek yedikten sonra çalışmak ve internette boş boş dolaşmak arasında ikilemde kalıp ardından bir blog yazısı yazmaya karar verdiğim için kendimi tebrik ediyorum. Şimdi oturup biraz çalışma vakti. Eğer gün yeterse yatmadan önce bir parça yeni kitabımı okuyabilmeyi umuyorum. Hepinize şimdiden bu çiçekler kadar güzel bir Salı diliyorum.

flowers