Brüksel Gezi Notları 1: Grand Place

Uzun zamandır aklımda olan, yazmayı, size anlatmak istediğim bir şehir var aklımda. Kimilerince sıkıcı, kimilerince bürokratik bir şehir: Brüksel…

Brüksel’le ilk tanışmamızın üzerinden epeyce uzun zaman geçti. 1998 yılının Aralık ayında, Türkiye’nin iyi üniversitelerinden yaklaşık 80 öğrenci İstanbul’dan Onur Havayollarının bir charter seferi ile Brüksel’e uçtuk. Bizi davet eden NATO idi ve sadece 3 günlük bir seyahat idi. Buz gibi bir havada Grand Place’ı gezip, ardından girdiğimiz restoranının sahibinin Türk çıkması üzerine bu misafirperver adamın gecenin köründe bizi arabasına doldurup kısa bir Brüksel turu attırdığını ve gece geç saatte 2-3 gibi kaldığımız hostel’a bıraktığını hatırlıyorum. O gece her yer bembeyazdı, güzel ama yine de garip bir geceydi. O günlerde yaklaşık 1- 1,5 yıl sonra gireceğim işin benim kaderimi Brüksel’e sıkı sıkıya bağlayacağını bilmeden ve daha önce sadece  Paris, Cenevre, Lozan ve Montreux’yü görmüş bir ukala olarak Brüksel’i çok da beğenmemiştim.

Neyse o gün bugündür kaç etti ben de tam olarak bilmiyorum  ancak son 13 senede Brüksel Ankara’dan sonra benim ikinci evim sayılabilecek kadar içime sinen, yabancılık hissi uyandırmayan bir dünya şehri haline geldi. Bütün şehirlerin bir ruhu vardır derler ya, evet ruhu olduğu gibi kokusu da vardır bence. Londra sokakları bira kokar. Özellikle sabah, güneşin ilk ışıklarının asfaltı ve kaldırımları ısıtmaya başladığı saatlerde pubların yoğun olduğu bölgelerde yerden yükselen bira kokusunu hissetmemek nerede ise imkansızdır. Paris kahve, Brüksel waffle kokar 🙂 İşte o yüzden Brüksel’de özellikle yayaların yoğun olduğu Rue Neuve gibi canlı sokak ve caddelerde yürümek bir zevktir çünkü adım başı karşılaştığınız wafflecılardan yayılan vanilya ve çikolata kokusu yılanı bile deliğinden çıkaracak kadar çekicidir.

Tabi sokaklar bira kokmuyor diye Brüksellileri bira içmiyor sanmak delilik olur. 250’den çok bira çeşidiyle Brüksel aslında belki de Avrupa’nın gerçek bira cenneti. Bira söylediğiniz pub ve bistrolarda genelde şarabın yanına yakıştırılan bir de peynir tabağı söylemek yakışır.

Brüksel kendi halinde, düzenli ve yaşaması kolay bir şehirdir. Bürokratiktir, aslında Ankara’nın Avrupalı olanıdır. Ama aslında Ankara’dan çok farklı ve güzel olandır. AB kurumlarında çalışan 30 bin kişi şehre renklilik katmış, kozmopolit olmasını sağlamıştır. Sokakta yürürken her dilde konuşmalar, gülüşmeler kulağınıza çarpar.  Bu nedenle de Dünya’nın büyük metropollerine kıyasla çok daha az nüfusu olmasına karşı son derece uluslararası bir yaşam tarzı şehrin ciğerlerine sinmiştir. Özetle ben severim Brüksel’i. Birilerinin haksızlık ettiğini duyduğum zaman da savunmaya geçerim. Brüksel’i sevmemelerinin aslında şehri bilmemelerinden kaynaklandığını anlatmaya çalışırım.

En son geçen hafta bir toplantı için Brüksel’e gitmeden önce farkettim ki bu çok sevdiğim şehrin tek bir fotoğrafı dahi yok bende. İşte bu yüzden bir kısmını daha önce de gezdiğim müzeleri hafızamı tazelemek için yeniden gezdim ve bu defa şehrin sokaklarını daha dikkatle inceleyerek gezdim.

Gezdiklerimi, gördüklerimi, yiyip, içtiklerimi tek bir yazıya sığdırmama imkan yok. O yüzden, yavaş yavaş, vaktimin ve bilgimin yettiği kadar size Brükseli ama aslında benim Brükselimi anlatacağım. Önce klasiklerle başlayacağız, arada ben Brüksel’e gidip geldikçe bu seriye yeni yerler, yeni fotoğraflar da ekleyeceğim. Uyarıyorum bu uzunca  bir yazı dizisinin ilk postu ve çok büyük ihtimalle sizi bıktırana kadar Brüksel yazacağım.  Başlıyoruz:

Grand Place ve Civarı:

Brüksel’e gelen her turistin ilk uğradığı yer burası.  Tarihi 12. yüzyıla dayanan bu meydan şehrin ekonomik, sosyal ve siyasi merkezi konumunda imiş. 1400’lerde meydanda inşa edilen Belediye Binası Grand Place’ın önemini daha da artırmış. 1500’lerde şehrin farklı meslek gruplarının loncaları meydan etrafında binalarını inşa etmeye başlamışlar.  Ancak 1600lerin sonunda Brüksel 14. Louis’nin emri üzerine Fransız ordusu tarafından bombalanınca, meydan da ciddi bir yıkımla karşı karşıya kalmış.  Ancak, meydanın en güçlü ve zengin misafirleri olan loncalar Grand Place’ı yeniden inşa etmişler ve  bunu yaparken de mimari açıdan da barok ve gotik tarzları ustaca birleştirmişler.

Bugün Grand Place başta Le Roi d’Espagne olmak üzere, çok sayıda pub ve restoranla çevrelenmiş, gündüzleri ressamları, sokak sanatçılarını ve muazzam bir turist kalabalığını izleyebileceğiniz Avrupa’nın en güzel meydanlarından biri. İşte o yüzden lütfen bu meydanda kısa bir tur attıktan sonra publardan birine girip bir bira söyleyerek, etrafı izlemeyi ihmal etmeyin. Meydan gece ayrı, gündüz ayrı güzeldir o yüzden her ikisini de kaçırmamaya çalışın. Yılbaşında meydana kocaman bir yeni yıl ağacı kurulur ve hatta çeşitli festivaller de doğrudan burada düzenlenir. Ben bir defasında Asterix festivaline denk gelmiştim.

Meydan aynı zamanda Belçika Bira İmalatçıları Müzesi (Museum of Belgian Brewers),Kakao ve Çikolata Müzesi,  Brüksel Şehir Müzesi (City of Brussels Museum) ve Brüksel Kostüm ve Dantel Müzesi’ne (Brussels Museum of Costume and Lace) de ev sahipliği yapıyor. Bira İmalatçıları Müzesinde bir bardak bira ikramı da fiyata dahil, ne yazık ki sadece Cumartesi ve pazar günleri açık o nedenle ben girip gezemedim. Brüksel Şehir Müzesi, pek çoklarınızın bildiği Manneken Pis-İşeyen  Çocuk- heykelinin kostümlerine de ev sahiplği yapıyor. Heykel ufak tefek o yüzden ilk kez görüp da hayal kırıklığı yaşamayan daha hiç görmedim. Yine de ilk kez gidiyorsanız önce heykeli sonrada müzede sergilenen ve her hafta değiştirilen kıyafetlerini görebilirsiniz.

Grand Place’da karşınıza çıkan bir diğer heykel ise Belediye Binasının hemen yan tarafında ayakucunda bir köpekle uyuyan prinç kadın heykeli. Bu heykelin eline dokunan herkes yeniden Brüksel’e gelmeyi garantiliyormuş. 🙂

Belediye Binası ile ilgili bir de efsane var ki, söylenceye göre binayı bitirdiğinde bir tarafının diğer tarafına göre daha dar olduğunu farkeden mimar kendini en tepesinden atıp intihar etmiş. Gerçekten de binayı ortadan ikiye ayıran kulenin sağ tarafı ile sol tarafı aynı uzunlukta değil. Ancak bunun nedeni nedir, gerçekten mimar hatası mıdır, adamcağız hakikaten de kederine dayanamayıp intihar etmiş midir bunlar meçhul. Bilen var ise ve yazarsa sevinirim.

Bir sonraki yazımızda Grand Place civarından devam ederek, Galeries Royales St. Hubert’i keşfedeceğiz. Güzel bir gün dileğiyle…

Brüksel Gezi Notları 1: Grand Place’ için 4 yanıt

  1. Uzuun bir aradan sonra hoşgeldin diyerek başlayalım!!! Grand Place civarındaki midyecilerin olayı nedir? Brüksel ve midyenin ne ilgisi var?

  2. Hocam merhaba , bu yazı diziniz süper olmuş. -Sıkı takipçiniz- 🙂
    insana brüksele gitme isteği uyandırıyor. 🙂

    1. Merhaba Mert,

      Yazı dizisini beğendiğine çok sevindim. Elimden geldiği kadar bilinenlerin yanında bilinmeyenleri de yazmaya çalıştım. Brüksel’in sıkıcı bir yer olmadığını gösterebildi isem ne mutlu bana 🙂

Epicurious için bir cevap yazın Cevabı iptal et