Yine yazmaya epeyce ara verdim. Sebebi hem insan vaktinin çoğunu sokakta geçirirken yazmaya fırsat bulamıyor hem de ülke gündemi cehennemi ayaklarımızın dibine serdiği için olsa gerek yazma şevki kalmıyor. Aslında Güney İspanya yazılarına devam edecektim ama sıcak sıcak bir başka geziden dönmüşken önce onu anlatmak istedim. O yüzden İspanya yazılarını biraz daha erteleyerek 19 Mayıs tatilinde Diyarbakır ve Mardin’de geçirdiğimiz bir kaç nefis günü yazmak istiyorum. Mardin uzun zamandır aklımızda olan bir rotaydı ama nedense bir türlü fırsat bulamamıştık. Baktık ki tam 19 Mayıs’taki 3 günlük uzun bir haftasonuna denk gelen bir Diyarbakır toplantımız var. Eh o zaman fırsat ayağımıza gelmiş değerlendirelim dedik.
Tatile 3 hafta kala sıra otel rezervasyonu yapmaya geldiğinde bir de gördük ki Mardin’de yatacak otel kalmamış! Ne yapacağız diye düşünüp dururken tur şirketlerini araştırmaya karar verdik. Benim bildiğim ve daha önce denediğim turların Mardin turlarında da hiç yer kalmamıştı. Son bir umutla yeniden bir acentayı denediğimizde 2 boş oda bulabildik. Tur fikri başta cazip gelmese de sonunda mecburiyetten dolayı tura katılmaya karar verdik. Zaten B planımız hazırdı büyük grupla hareket etmek zor gelirse, ayrılıp bağımsız gezecektik.
Cuma günü iş için Diyarbakırda bulunmak gerektiği için ben yola Perşembe’den çıktım. Koştura koştura geçen bir haftanın ardından havalimanında mil verip biletimi business classa yükseltince rahat rahat uyuyup biraz dinlenirim diye düşünerek koltuğa kuruldum. Yemek servisi başlayınca gelen yemek beni gülümsetti. Bizi lahmacunla karşılayan THY en güzel kebapların, et yemeklerinin diyarına gitttiğimizi bize bir kez daha hatırlattı.
İlk gece bir gün önceden Diyarbakır’a inen ekip arkadaşlarımızla buluşup birer kadeh bir şey içtikten sonra otellere dağıldık. Ertesi gün akşam toplantıların bitmesiyle birlikte, yemek için buluştuk. Erdebil Köşkü’ne doğru yola çıktık ve 15 dakikalık bir taksi yolculuğunun Dicle üzerindeki On Gözlü Köprü’nün karşısındaki bu tarihi restoranda yerimize yerleşmiştik bile. Hava karardığı için köprü ve nehrin aydınlık bir fotoğrafını çekemedim. Ama eminim akşam üstü hava tam kararmadan burada oturmak çok keyifli oluyordur. İçli köfte ve mezelerin yanında saç tava ile yutkuna yutkuna bütün masayı silip süpürdük.
Burada yemeğimizi yedikten sonra bu defa yeniden şehre inerek Sülüklü Han’a uğruyoruz. Burada karafla geliyor Süryani şarabı arkada nefis müzikler çalıyor. Ben şaşıp kalıyorum… Zaman ve mekan uçuyor gidiyor… İnanılmaz bir atmosfer… Demirci atölyelerinin arasında ama akşam saat geç olduğu için dükkanlar kapanmış. Kapıdan giriyoruz, sağ tarafta bir eski kapı duvara asılmış. Üzerinde beş dille yazılmış bir hitabe var: Süryanice, Ermenice, Zazaca, Kırmançe ve Türkçe kullanılmış. Keşke hatırlayabilsem ne yazdığını ama aklımda kalmamış. İçeride kadın, erkek, başı örtülü, açık herkes bir arada.
Biz Diyarbakırda kaldığımız iki gecenin ikisinde de Sülüklü Han’a uğradık. Kredi Kartı kabul etmiyorlar, bankalarla çalışmıyorlar. İkincisinde bankadan para çekmeden geldiğimiz için cebimizdeki para hesaba yeter mi acaba diye şarabın şişesinin fiyatını sorunca, zararı yok veremezseniz, bizden olur dediler. Bahşiş kabul etmiyorlar. Köşede bir piyano var. Arada konserler de oluyormuş. Bana sorarsanız gerçekten de zamansız bir mekan Sülüklü Han. Bir benzeri nerede vardır bilemiyorum. Çok büyülü… Şarabın yanında bir dilim koyun peyniri iki de reçel geliyor. Ayrıca isterseniz, çay, kahve çeşitleri ve iki tip şerbetleri var: Gül ve yabani erik şerbeti. Deneyin kendinize uyan bir bardak bir şey söyleyin sonra kendinizi bırakın arkada tıngırdayan müziğe…
Burada şarapları yuvarladıktan sonra çok da gecikmeden otele gittik. Ertesi sabah Hasan Paşa Han’ında tur grubuyla buluşup kahvaltı edeceğiz. Yani işimiz çok zor bir an evvel yatıp uyumamız lazım. Sabah erkenden kalkıyoruz ve Hasan Paşa Hanı’nın yolunu tutuyoruz.
Kahvaltı Mustafa’nın Kahvaltı Dünyası’nda buluşacağız tur rehberi ve grupla ama onlar henüz gelmemişler. Bizi önden bir masaya alıyorlar, sonra başlıyorlar servise. Masa doldukça doluyor. Servis tabağında yer kalmıyor. Bana sorarsanız bu kadar kalabalık bir masadansa daha az ama öz tabaklarla masayı doldurmayı tercih edebilirim. 19 Mayıs kalabalığının etkisiyle iğne itseniz yere düşmeyecek kıvamda handaki bütün kahvaltıcılar. O yüzden böyle bir tatil zamanını beklemeyip herhangi bir haftasonu giderseniz büyük ihtimalle daha çok zevk alırsınız.
Biz kahvaltımızı bitirip aşağıya iniyoruz birer kahve içecek vaktimiz var… Kalabalık ve tarihi hana kendimizi bırakıyoruz. Tur rehberi ile tanışıp valizlerimizi otobüse yolluyoruz ve Diyarbakır içerisindeki gezinin başlamasını bekliyoruz.
İlk durağımız Ulu Cami. Anadolu’daki en eski camilerden biri. Bu da kiliseden devşirilmiş. Üzerinde Orta Asya Türk motiflerini görmek mümkün. Sütunlar Romadan. Dört cephesinin her biri İslamın dört farklı mezhebine ayrılmış. Avlusunda amcalar oturmuşlar. Fotoğrafınızı çekebilir miyiz diyoruz. Biri yerinden kalkıp benimkini çekme diyince rahatsız etmeyelim o zaman diyoruz… Ama o avluda hakikaten pek de bir şeker duruyorlar.
Buradan sonra istikametimiz Cahit Sıtkı Tarancı’nın şu anda müze olan evi.. Diyarbakırın önde gelen ailelerinden Pirinççioğllarından gelen Tarancı eğitim için önce İstanbul’a sonra Fransa’ya gitmiş. Evin bir tarafı yazlık diğer tarafı kışlık. Ortada kocaman bir avlu var. Tarancının babası bir yıl pirinçten büyük zarara uğrayınca soyadını değiştirip Tarancı yapmış.
Cahit Sıtkı’nın evinde çıkınca bu defa Dört Ayaklı Minarenin önünden geçerek Mar Petyun Keldani Kilisesine yöneliyoruz. Buradaki pek çok manastır ve kilisenin isminin başında yer alan Mar ya da Mor kelimesi aziz manasına geliyormuş.
Buradan çıkınca otobüse binip Diyarbakır surlarına doğru yola çıkıyoruz. Şimziye kadar gezdiğimiz heryer sur içi diye tabir edilen yerler. Hedefimiz Keçi Burcu. Aşağıdaki harita size Sur içi hakkında fikir verebilir..
Biz surların tamamını dolaşamadık ama Mardin kapı tarafındaki Keçi Burcuna çıktık. Keçi Burcu surlar üzerindeki 82 burcun en genişi imiş. Tepesinde ufak bir kafeterya hizmet veriyor. Çay kahve ya da soğuk bir şeyler içmek için ideal. Keçi burcundanDicle’yi ve hatta Ongözlü Köprüyü de görebiliyorsunuz. Bir zamanlar surların dibinde ciğercilerin yarattığı bir keşmekeş varmış. Sonradan buralar boşaltılmış.
Keçi Burcunun altında çay, kahve içip turistik eşyalar satın alabileceğiniz bir de han- çarşı benzeri yer var. Gezmeden geçmemeli.
Burçlardan sonra bir de Atatürkün kolordu komutanı iken 11 ay kaldığı Gazi Köşkünü gezdik. Köşkün görevlisi anahtarı alıp yemeğe gittiği için bir süre kendisini beklemek zorunda kalsak da o sıcakta gezinmekten yorulan bünyelerimize soda ayran karışımı yudumladığımız bahçe çok iyi geldi.
Biz Gazi Köşkünden sonra yönümüzü Malabadi köprüsüne çevirdik. Ancak köprünün hikayesini ve Hasankeyf’i bir sonraki yazıya bırakıyorum. Bu yazıyı yazarken o iki üç günü yeniden yaşıyor gibi oldum. Görmedi iseniz bir fırsat yaratıp mutlaka gidin. Büyülü anlar ve mekanlar sizi bekliyor…
Merhabalar,
Sitenizi yeni keşfettim ve çok beğendim.Elinize,dilinize sağlık.Bu geziyi,hangi tur şirketiyle yaptığınızı öğrenmek isterim.Teşekkürler.
Yazıları beğendiğinize sevindim. Bu turu Touristica ile yaptık. Tavsiye ederim.